26 Haziran 2017 Pazartesi

Patikalar ve Uzaktaki Rezidanslar

Soğuk ve yağmurlu bir hava kütlesinin yakın zamanda ardında bırakarak terk ettiği ıssız olduğu kadar ulaşılmaz bir diyarın doruklarında ıssızdan uzaklaşmayı istercesine fakat bir tarafı da tam tersine bundan kaçınan bir halde yalnızlığı ile başbaşa kalarak kendini dinleme isteğini dizginlemeye çalışıyordu ana kahraman. Yazılacak olan bu hikayenin başı veya sonunun, içinde bulundurduğu kahramanların ve onların yaşantılarının ve dahi olay örgüsünün geçmiş veya geleceğe dair olarak zaman mefhumu çerçevesinde önemi bulunmamaktaydı. Anı yaşarken karakterlerin yaşayışlarının flulaşması bu hikayenin bütünlüğünü sağlayacaktı. Bu hikaye bütünlüğü sağlanırken de karakter hikayeleri birbirinin içine geçerek tek bir hikaye oluşturmalı ve geçmiş ve gelecek arasında kurulan kıldan ince kılıçtan keskin köprüye çıkışı sağlayacak merdiven basamaklarını oluşturmalıydı diye düşündü. Bir an için bu basamakları oluşturan olumlu hasletlerin kendisinde bulunup bulunmadığına dair çıkarımlar yapma isteği içinden geçti ancak bu tarz düşünceye dayalı eylemlerin uzun süreceğini düşünerek vazgeçti. Zaten oldum olası hayat felsefesine dair konularda fazla düşünmeyi seven bir yapıya sahip değildi. Fakat kafasını kurcalayan sorunların yarattığı vehimlerden dolayı bu durumu sorgulamaktan vazgeçemeyişi kendisi açısından paradoksal sıkıntılar yaratıyordu.

Tepeden aşağı doğru inen patikadan güç bela inmeye çalışıyordu. Bütün bu zorlukların varoluşsal sıkıntılarına ek olarak mı varolduğunu veya onlardan farklı bir niteliğe sahip olup olmadığını da düşünerek bir an duraksadı ve kafasını kaldırarak gökyüzüne baktı. Gökyüzünde mavinin tonlarını görebilmeyi umut etti bir anlığına. Tonlardaki maviliğe yakınlaşabilmek için doruklara yaklaşmak mı uzaklaşmak mı gerekiyordu veya düz ovaya inmenin görüş açısında farklılık yarataır mıydı bunu da düşündü bir anlığına nefret etmesine karşın. Renkler ve tonlar arasındaki geçişlerin gündelik hayatta da karşılıkları olduğunu aklından geçirdi. Sonra renkleri bir an için sildi aklından ve yoluna devam etmeye karar verdi. Devam eden yolda belirgin bir rotası olmamalıydı. Spontane gelişen yolculuklardan hazzeden bir insandı hayatı boyunca. Rutinden nefret etmesine karşın bunun yarattığı rutin onun için rutin sayılmazdı çünkü farklılık yaratan durumlar onun muhayyilesinde rutin kelimesi kapsamına girmezdi. Rutin dediğin belirli bir çerçevede gelişip sonucu da belli olan olaylar için kullanılmalıydı. Rutinden kaçmak için her fırsatı değerlendirdiği hayatı boyunca dönüp dolaşıp aynı noktaya gelinen bir sarmalın bağrında kendini bulmaktan da hazzetmiyordu fakat dönüşler kendisini ister istemez aynı noktaya getiriyordu.

Bunların arkasından sahip olduklarına ve olamadıklarına dönüp baktı. Baktığı noktadan yukarısında plazalar ve rezidanslar gözüne çarptı. Bir köşeye oturarak uzun uzun yükselen binalara baktı ve bozulan şehir mimarisinin yapısını geçici olarak değerlendirerek yola koyuldu. Mesafe kısa görünse de aslında uzundu. Etrafında canlı yaşantısına dair herhangi bir emare göörünmüyordu. Bu belirtilerden kaçmaya çalışarak geldiği bu noktada eskiye duyduğu özlemin kendisini şehre indirmesine söverek yoluna devam etti.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Sezona Dair Panoramik Bir Beşiktaş Analizi

Lig bitiminin üzerinden geçen yaklaşık üç haftadan sonra validemizin ligi olarak tabir edilen ve Spor Toto Teşkilat Müdürlüğünün baş finansörlüğünü yaptığı Über Ligimizin 2016-17 sezonu adına sağlıklı değerlendirmeler yapma vakti geldi sayılır. Her sezon sonunda mutad biçimde yaşanan çıkmaların ve düşmelerin mukabilinde transfer sezonunun açıldığı ve gündüz maçlarındaki kapalı tribün gölgelerinin koşmayı pek sevmeyen kanat oyuncularının sığınağı olduğu bu günlerde sezonu Beşiktaş açısından kısaca değerlendirmek isterim. 

Beşiktaş taraftarları olarak sezon başlangıcında topluca bir Mario Gomez travması yaşadık. Rönesansın beşiği Floransa'dan gelerek bir sezonu güzelleştiren Gomez, eşi Carina'nın ülkedeki terör saldırılarından kaçma isteğini kıramayarak ülkemizi terketti ve damağımızdaki bıraktığı tat saklı kalmak üzere Wolfsburg'a transfer oldu. Bu durum aslında 2015-2016 sezonu Beşiktaş'ına yakıştırılan ve türeten şahsın hangi cansız varlığın sesinden esinlendiği tarafımca henüz anlaşılamayan tiki taka adıyla da anılan futbol mantalitesinin sonu demekti. Genellikle 2009-2014 arası Barcelona'sı için kullanılan bu yansıma sözcük dizgesi, Pierre Van Hoojdonk'un vaktiyle Quality Turkish Media tabiriyle isimlendirdiği ve dönem dönem işlerin iyi gittiği belli kulüplere (bittabi İstanbul kulüpleri oluyor bunlar) bu tip yakıştırmaları yapıp işler kötü gittiğinde yerin dibine batırmaya meyilli Türk Futbol Medyası tarafından pek kullanılır olmuştu. Her neyse burada Beşiktaş teknik kadrosunun forvetin gidişiyle sıfırdan taktik oluşturması burada takdire şayan bir durum. İskelet kadronun ve orta sahanın yıllardır oturmuş olması bunun en önemli nedeni elbette bunun yanısıra kadroya takviye edilen Talisca ve Adriano gibi isimlerin gösterdikleri göz alıcı performanslar da şampiyonluk adına önemli katkı sağladı. Frikik erbabı Jose Ernesto Sosa'nın Milan'a gidişiyle doğan boşluğu ahenkle dans edemese de etmeye meyilli olan saçlarının da etkisiyle dolduran Talisca, sağlam gelip ilerleyen haftalarda  yapacağı katkıları Benfica maçında 90+3'te attığı golle daha sezon başında göstermişti. Asıl kapalı kutu kuşkusuz Aboubakar'dı. Kara Afrika'nın sıcak ikliminden kopup gelen bu kim olduğu bilinmeyen adam ilk haftalarda selefi Gomez tarafından forvet çıtası arşa yakın bir konuma denk getirilen Beşiktaş taraftarının kuşkusuz ki beklentilerini karşılayamadı. Ligin ilk yarısında Kayserispor maçı haricinde pek varlık gösteremeyen Aboubakar, asıl performansını Şampiyonlar Liginde göstererek performans yeterlilik kriterlerinde sınıfta kalmıştı. Ne olduysa Ocak ayında gittiği Afrika Kupasında oldu. Artık memleketinde kendisine yapılan Voodoo girişimlerini kayıtsız mı bıraktı yoksa aldığı memleket havası psikolojisi üzerinde olumlu etki mi bıraktı bilinmez ama Kupada takımı Kamerun'u şampiyonluğa ulaştırdıktan sonra bambaşka bir hüviyete büründü desek yeridir. Mevkidaşı Cenk ise sergilediği vasat performansa rağmen adına Alanya halkının gol duasına çıkarak ihya ettiği Vagner Love ikinci yarıdaki insanüstü performansını sergilemese belki de gol kralı olacaktı ki ligimiz açısından bu durum da ayrı bir garabettir.

Geçen dört sezonun kahramanlarından Atiba Hutchinson son haftalara kadar sergilediği performansıyla göz doldururken, Oğuzhan Özyakup kendisinin 20 Milyon Euro ettiğini iddia ettirecek kadar mükemmel performans sergiledi. Fabri, Lyon maçları haricinde vasat üstü ve zaman zaman (özellikle Boyko ve Tolga'ya kıyasla) mükemmel performanslar sergiledi. Yıllardır çekilen kaleci sıkıntısına göz göre göre çare bulamayan yönetim ve geçmiş teknik direktörlerden sonra en nihayetinde bu soruna da çare bulunmuş görünüyor.

Burada uzun teknik taktik analizlerden ziyade son iki yılda Beşiktaş'ın yükselen kazanma trendine dikkat çekmek isterim. Son yıllarda (arka arkaya yaşanan başarısızlıklar ve kaybedilen şampiyonlukların da bunda etkisi var kuşkusuz) futbol romantizminin pençesinden kurtulamayan ve Sevinmek İçin Sevmedik gibi abuk bir sloganla kendini avutmak zorunda kalan Beşiktaş taraftarı son iki yılda yaşanan başarıyla bu havayı nispeten üzerinden attı. Şenol Güneş, kendisi için iki yıl önce ezeli ve ebedi kaybeden iddiasında bulunan rakip takım taraftarlarının aksine uzun yıllardır son haftalarda kaybettiği şampiyonlukların acısını çıkarırcasına takımda başarı geleneğini oluşturdu. Bu konuda yıllardır sıkıntıda olan Beşiktaş'ın buna gerçekten ihtiyacı vardı. Bu romantik futbol zihniyetinin pik noktası olan ve farklı yönlerinden dolayı fetişleştirilen fakat ligin ikinci yarısında Premier Lig'e gideceği kesinleşince takıma son 4 haftada 1 puan toplatabilen gitar virtüözü Bilic'in ardından aranan kan kesinlikle bulunmuştur bu çok açık. Bundan sonrası Avrupa için ne ölçüde yeterli olur bu ise ayrı bir soru işareti. Özellikle transfer komitesinin sicili yapılan hatalar konusunda  kabarık ama hocanın bu sorunların üstesinden geleceğini düşünmek istiyorum. Bu konuda gelecek sezona dair tablo Temmuz ortalarından itibaren netleşecektir. Bekleyip görmekte fayda var.

30 Mayıs 2017 Salı

Katastrofik Bir Premier Lig Yalnızlığı

Gölgesi sahaya vuran kapalı tribün tavanlarının ışıltısı
Ve gök gürültüsünün yağmur damlalarıyla kızgın valsinin
Yarattığı duygudurumsal patetik şizofrenik hisler
Ve 1997 ilkbaharında Cantona'nın attığı son çalım
Falkland Adalarına uğrayan Arjantin uçaklarından kalan yakıt kokusu kadar
Oluşturuyor bilinmezliğini ilkbahar başlarındaki ekinoksa dayanarak
Avustralya kıtasından hareket eden bumerangın
Kendi etrafındaki hesaplaması zor dönüş hızına dayanarak
Dönmüyor artık Robson, Ferguson, Cruyff ve de Sven Goran Eriksson
Bilindik bir uğrak olan fakat artık demini kaybetmiş
Liverpool limanındaki son aşkın kırıntısından.

3 Nisan 2017 Pazartesi

İlkbahar Kreşendosunun İsimsiz Yankısı

Mevsim geçişlerinin yoğun yaşanmasının ilkbahardaki tezahürü günlerin uzaması oluyor pek tabi. Bunun dışında bahar yorgunluğu adı verilen olay yazma isteğinin azalması gibi ters etkiler de yaratabiliyor. Kış mevsiminde soğukların ilhamı artırdığına dair bilimsel bir bulgu saptanmamış olmasına karşın soğukların insanı zihnen dinç tuttuğu da tartışmasız bir gerçek. Elbette ki en hakiki mürşit ilim ve fendir ve fakat bilim dünyası bazı konuları açıklamakta da geç kalabiliyor. Bir de insan psikolojisinin girift yapısına özellikle fen bilimlerinin yetişebilmesi güç. Her ne kadar hormonal dengenin beyin üzerinde dopamin, serotonin ve melatonin gibi hormonlar aracılığıyla hegemonya kurduğu kanıtlanmış bir gerçek olsa da beyin kısmi özerkliğini koruma yönünde etkiler de gösterebiliyor zaman zaman. İşte bu noktada insan iradesinin devreye girdiği de gözlemlenebiliyor. Bilhassa bahar depresyonu başta olmak üzere farklı depresyonlarla mücadele edebilmek büyük ölçüde hormonal eksikliklerden kaynaklansa da aziz Romalılar, siz yine de bol bol kuruyemiş tüketerek iradenizi güçlendirin ve depresyona yenilmeyin. Zaten bu bahar depresyonunun akla mugayir olması gerekiyor normal şartlarda. Yani havalar ısınıyor, normal şartlar altında baktığımızda insanın depresyona girmemesi lazım ama işte beyin ferman dinlemiyor tabi.Neticede gezegen üzerindeki ortalama yaşam süremiz 70 yıl. Fazla da kendimizi kastığımıza değmiyor açıkçası. Esen kalın.

4 Mart 2017 Cumartesi

Brunchtan Dönen Beyaz Yakalıya


                Haftanın son gününde
                Bütün assignment ve complicationlardan uzakta
                Kimi vakit toplu halde gidilen
                Ve pahalıya patlayan Van kahvaltısında
                Ve dahi akşam vaktine sarkan bir Brunchta
                Executive Producer olma hayallerini yazarken
                Beyaz buğulu camlara
                Prezentablite şartlarını maksimize ederken ve dahi
                Bir konsorsiyum tarafından inşa edilen taze plazada
                Evropa diyarındaki Expatlardan selam alırken
                Söverken derinden gelmeyen feedbacklere
                Derinden duyumsarken bir Vacation özlemini
                Problemları solve etmeye çalışıyorsun
                Come on my darling
                Dataları push ettikten sonra
                Birer latte drink edelim.
                
                

3 Mart 2017 Cuma

Desiderius Erasmus İle Delirmeceler



Orta Çağda devrin karanlık dehlizlerinden geçip zehir gibi sular içen Avrupa kıtasında, takvim yaprakları 28 Ekim 1466’yı gösterirken dünyaya gelen bir bebeğin aydınlanma tarihinin en ünlü filozoflarından biri olacağını kuşkusuz rahip olan babası dahil kimse tahmin etmezdi. Skolastik düşünce temelinde engizisyon mensubu rahiplerin ali kıran baş kesen vaziyetinde bulunduğu bir ortamda dünyaya gelen Desiderius Erasmus, yaşantısı boyunca devrin hal-i pür melalinin  belirlediği sınırlarla iyi ilişkiler kurmadı elbette. Yaşadığı devir itibariyle Yıldız Tilbe’nin ünlü tespiti olan yanlış zaman yanlış insan cümlesini ilk yarısı olan yanlış zaman mefhumu itibariyle doğrularken, zamanı kendi devrini takip eden üç yüz yıllık bir zaman dilimindeki filozofları etkileyerek kendi lehine bükmeyi başarıp doğru insanın zamanın yanlışlığını giderebileceğini bütün Avrupa ve dahi bütün insanlığa göstermiş bir fikir adamı olarak insanlık tarihine adını yazdırmıştı.

İşte en bilindik eseri olan “Deliliğe Övgü” de gösterdiği ikonoklastik (putkırıcı) tavır, aydınlanma dönemecine yaklaşan insanoğlunun verip verebileceği en üstün eserlerden biri olma özelliğini sonuna kadar hak ettiğini gösteren en önemli tümceyi şu şekilde belirtmişti Erasmus: “Başkalarının aklıyla bilge olmaktansa, kendi aklımla deli olmayı tercih ederim.” Bu cümle esasında günümüzde aşılması Orta Çağdan daha zor olan bir gerçeği yüzümüze apaçık bir şekilde vuruyor. Kitlesel tüketimin önüne geçilemez bir şekilde arttığı, dünyanın global bir köy haline geldiği, bilgiye erişimin kolaylaştığı fakat elde edilen bilginin bu global köyün feodal beyleri olan tekellerin ve tröstlerin sahipleri tarafından akıl ve fikir dünyası iğdiş edilmek suretiyle tenekeleştirilen insanoğlunun kullanamadığı bir ortamda akıllı olarak nitelendirilebilmesi için yukarıdan dayatılan birtakım kriterleri yerine getirebilmesi hava ve su kadar temel bir ihtiyaç olan düşünme eylemini gerçekleştirebilmesi için ne kadar gerekli bu en önemi tartışma konusudur. Hiç kuşkusuz serfleşmiş insanın bulunduğu bir ortamda düşünce özgürlüğünden bahsetmek de kadük kalıyor.

 Bu prangayı kırıp akıllıca düşünebilmenin yolu ancak hakkıyla delirebilmekten geçmekte.  Orta Çağ gibi delilerin yakıldığı bir dönemde dahi kendi aklıyla delirebilme eyleminden bahsedebilen Erasmus’un varabildiği noktadan bugün artık çok gerideyiz. Rönesans döneminin afilli düşünsel ve sanatsal birikimini geride bırakan Avrupa kıtası bugün bulunduğu nokta itibariyle çokça geride kaldı. O yüzden bugün “Cogito Ergo Sum” yani düşünüyorum öyleyse varım diyen René Descartes’ın bulunduğu noktaya geri dönebilmek için sürüden ayrılmak ve hakkıyla delirebilmek lazım geliyor.

1 Mart 2017 Çarşamba

Yaratıcı Yıkım Ve Yıkılmayan 3310



Geçen hafta telefon piyasasında 90’ların sonu 2000’lerin başının piyasayı Ericsson ile birlikte domine eden en bilindik firması Nokia’dan bir haber geldi. Yaşadığı iflas sürecinin ardından piyasaya geri dönmeye hazırlanan Nokia, en debdebeli devrinin mahsulü olan 3310’u güncellenmiş haliyle tekrar piyasaya süreceğini açıkladı. Bir devrin en fazla kullanılan telefon modelinin tekrar piyasaya dönecek olması kuşkusuz nostalji hastası obsesif melankolikleri epeyce sevindirmiştir. Bunun yanında ilginç olansa Nokia’nın piyasada kendini yeniden hatırlatmak için en bilindik modeline yeniden ihtiyaç duyarak adını hatırlatmak istemesiydi. Buradan bakınca markaların da bireyler misali geçmişe  özlem duyabileceğini çıkarmak mümkün aslında.  Eski güzel günlerin hayaliyle yola çıkarken bir zamanlar fırtınalar estirdiği modeli piyasaya sürmesi firma obsesyonu olarak da nitelendirilebilecek bir anksiyetik vakanın pazarlama literatüründe incelenebilirliğini gösteriyor.

Bundan gayrı olayı farklı bir açıdan da değerlendirmek istiyorum. Avusturyalı ünlü iktisatçı Joseph Schumpeter’in “Yaratıcı Yıkım” adını verdiği teorisine göre teknolojik gelişmeler kapitalist sistemi geliştirip yaygınlaştıracak, bununla beraber yıkılışını da hızlandıracaktır. Yani sistemin en güçlü olduğu zaman diliminin sona teknolojik gelişmelerle en fazla yaklaştığı dönem olarak formüle etmiştir Alois Schumpeter. Bu noktadan baktığımızda zibilyon çeşit teknolojik alet edavatın bulunduğu, teknoloji marketlerinin etrafımızı sarmaşık misali sardığı,  her çeşit elektronik alete ulaşımın kolay olduğu 2017 senesinde, 2000’li yılların başında piyasaya çıkmış, artık kimi evlerin vitrininde nostaljik bir meta haline gelen bir telefonu yeniden piyasaya sürmek yaratıcı yıkım tezinin bahsettiği teknolojik gelişim sürecinin yetersizliğine mi yoksa sürecin gelişmesi için yapılabilecek inovatif çalışmaların önünün geçmişe takılıp kalan firma yöneticilerinin obsesif bakış açısından dolayı mıkesildiğini düşünmek gerek. Yani firma psikolojisi denebilecek bir olgunun varlığı mümkün müdür bu araştırmaya değer bir konu.

Ezcümle, bütün bu gelişimler, bütün bu değişimlere rağmen eskiye olan (veya olduğu farz edilen) rağbet bit pazarına nur yağdırarak teknolojik alemde retrosel faaliyetlere yol açabiliyor Nokia örneğinde görüldüğü gibi. Yaratıcı yıkım teorisinin vaaz ettiği teknolojik gelişmelerin sürekliliğine rağmen eskiye dönüş devam edebiliyor. Tüketicilerin buna ne ölçüde rağbet edeceği ayrı bir soru ama Snake 2 oynayarak nostalji yapmak isteyenler için bu durum bir fırsat elbette. Bakalım bu tür hamlelerin devamı diğer müflis teknoloji şirketlerinden gelecek mi ?  Schumpeter’in tezi de henüz doğrulanmış değil elbette, belki de yaratıcı yıkımı yaratacak olan sadece yenilik değil belki de eskiye dönüş olacak. Ve dahi firma psikolojisinin varlığı veya yokluğu da pazarlama ilminin önünde bir soru işareti olarak duracak.