İnsan hayatını belirli periyotlara ayırmak gerekirse, bunun en renkli kısımları kuşkusuz 14-24 yaş arasını kapsayan zaman dilimi olmalıdır. Bu tespit subjektif bir yargı içermekle beraber konu ile ilgili bir anket çalışması yapılsa katılımcıların büyük çoğunluğunun bu aralık üzerinde birbirlerinin fikirlerinden habersizce hemfikir olacağını da düşündüğümden ve tecrübeyle sabit bir halde bu yargıya varmanın mümkün olduğu kanaatine vardım. Yaşam çizgisi süresini periyotlara ayırarak tespit yapma süreci esnasında objektif tespit yapabilmek için de elbette bu periyotların üzerinden belirli bir zamanın (ki bu süreç kimi zaman 3 ila 5 yıl arasındayken, kimi zaman on yılları bulabiliyor) geçmesine de ihtiyaç bulunmakta.
Gamdan, kederden ve bilimum düşünsel haşerattan uzak durabilmek gençlik yıllarında insanın daha da kolay bir şekilde gerçekleştirebildiği bir olay. İnsan psikolojisinin iş hayatına atılmayla beraber serbest piyasa ekonomisine ve rekabet şartlarına (kimi zaman inanılmayacak ölçülerde gerçekleşerek) sağladığı uyum, yeni dert ve sıkıntı kümelerini de beraberinde paket halinde yolluyor elbette. Bu hüzün bulutlarının yoğunlaşmış bir halde insanın üzerine gelmesi sonucu hayatın daha dayanılmaz bir hal alması da 20'li yaşların ortalarından itibaren kaçınılmazlaşıyor. İnsanın nispeten bulutların üzerinde gezdiği, kimi zaman da uçan halı kullanmak suretiyle diyardan diyara gezdiği, bu yolculukların sonunda ise (takribi 18 yaş civarında) ya sert bir kütleye çarparak ayıldığı, ya da ayılma sürecini geciktirerek ergenlik çağının sonunu ertelediği 14-18 yaş arası devirlerin devri sıra gelen 18-23 yaş arası süreç aslında hayattaki en güzel dönemdir. Buradaki güzelliğin sebebi bulutların üstündeki yerçekimsel ortamın etkisinin azalması ve daha realistik bir çap ve ebatta hayata bakma güzelliğidir. (elbette bu durum kişiden kişiye değişmektedir, bunu söylemeye gerek dahi yok)
Bu gerçekçiliğin sonu da hayata atılma ile beraber sona eriyor. Sona erişin farkındalığıyla beraber depresyonal süreçler yaşanıyor, yeni düzene uyum sağlayabilmek konusunda yaşanan sıkıntılar da bunun temel kaynağı oluyor. Her ne kadar evrimsel süreç itibariyle türümüz yeni ortam ve koşullara kolaylıkla uyum sağlayabilse dahi uyum sağlayabilme kabiliyetinin de kişisel bir yeti olduğunu unutmamak lazım. Naif kişiliğe sahip, sofistike insanlar için hayat daha da zorlaşırken, fiziken olmamakla beraber mecazen yırtıcılığa sahip olan türün alt birimleri mücadeleye açık olduklarından bu süreci daha az hasarla atlatıyorlar. Yanisi tür içi farklılıklardan ötürü yine güçlü olan ayakta kalıyor. Naiflik günümüz dünyasında tek başına geçer akçe değil, her şartı göz önüne alarak farklı tecrübelere açık olmak lazım geliyor.
29 Ekim 2017 Pazar
20 Ekim 2017 Cuma
Mevsimsel İlhamsızlık
Gün itibariyle ekinoksu çeyrekten biraz fazla geçen sonbahar günlerinin insanı hüzünlendirdiğini söyleyen teoriler mevcut. Bu teorilerin karşılığı ise kendisini insanların mevsimlere göre kendini nasıl hissettiğine dayandırılıyor çoğu zaman. Anlık olarak insan psikolojisini etkileyebilen onlarca değişken varken bunların içerisinde kendi,ne yer bulan hava ve zemin şartlarını mutlak bir baskınlıkla suçlayarak, bütün gerginlik, anksiyete, depresyon, obsesyon vb. rahatsızlıkları hava şartlarına bağlamak bana kalırsa aleni bir mantıksızlık. Kimi yazarların belirli hava şartlarında daha fazla yazdıklarını, mevsim geçişlerinden ilham aldıklarını söyledikleri de malum. İşte bu durumlar insanoğlunun derinlerde sahip olduğu veya o kadar da derinden gelmeyen ve çok sayıda değişkenden mürekkep olan belli eylemlerde bulunma veya bulunamama halinin bahanesi olarak göze çarpıyor. Bir aydan fazla zamandır yazamıyordum. Bunun kaynağının mevsimsel olduğunu düşündüğüm anda aklım bu iddiama okkalı bir şekilde sövünce, ben de bunu yazıya döktüm. Sonra da anladım ki, yazmak için gelen ilham o kadar da uzaklarda değilmiş.
5 Eylül 2017 Salı
Başarı Üzerine
Kişisel ve toplumsal şartlanmışlığımızın cisimleştiği başlıca kavramlardan birisi de hiç kuşkusuz başarıdır. İnsanoğlunun hayatı boyunca devamlı peşinde koşarak yakalamaya çalıştığı, kimi zaman yakaladığı, kahir ekseriyetle yakalayamadığı, bazen de son anda yetişerek ucu ucuna sahip olduğu bir kristal kasedir adı geçen kavram. Nice yiğitler okul hayatı, iş hayatı, kariyer vs.derken heba olmuştur bu kutsal kasenin götürdüğü yere giderken. Sahip olduğu efsun sayesinde kitleleri yüzyıllardır peşinde koşturmakla birlikte, henüz sırrına vakıf olabilen görülmemiştir. İnsanoğlunun Yontma taş devrinden başlayıp akıllı telefonlara kadar gelen milyonlarca yıllık yolculuğunda edindiği bilgi birikimi bu sihirli kavramı açıklamak bir yana dursun, sihrini katlayarak her alanda küresel rekabetin arttığı, her şeyin alınıp satılabildiği piyasalarda tezgaha yerleştirmiştir. Kimi zaman ara mal olarak kullanılan başarı, kimi zaman da nihai tüketicinin emrine sunulmuştur. Nihai tüketicinin eline geçen başarı kavramı, herhalde serin ve kuru yerlerde muhafaza edilmediğinden olacak, kısa sürede tüketilebilir hale gelmiştir. Bu özelliği sayesinde de talep edilebilirliği artmış, fiyatı git gide yükselerek insanları daha fazla peşinden sürüklemiş, kendisine ulaşabilenleri az önce bahsettiğim üzere kısmen abad etmiş, ulaşamayanları da halk arasında Antidepresan olarak bilinen Serotonin Geri Alım İnhibitörleri (SSRI)'ne mahkum etmiştir. Anlayacağınız başarı sektörü lokomotif sektör olarak bir kaç sektöre de beraberinde katkı sunmaktadır.
17 Ağustos 2017 Perşembe
Küresel Piyasaların Kaygan Zemininde Narin Bir Bitcoin Tanesi
Doğrudan teknolojik bir ürün olmayıp Japon mucizesi olarak nitelendirilebilecek (veya nitelendirilemeyecek, bu kısım biraz müphem) son bir yılın ve takip eden ayların yükselen trendi Bitcoin, planet eksenindeki gelişmiş piyasalarda banknot koleksiyonlarına yeni eserler eklemeyi amaçlayan küçük, orta ve büyük boy yatırımcının epey kere dikkatini çekmekte. Dünya piyasalarında epeyce yayılan bu para birimi, milli hobisi köşe dönmek olup bu uğurda göz ve budak kapışmasında gözlerini feda etmeye hazır bir şekilde nice bankerlerin kapısında yatarak badireler atlatıp dolara ve marka yüksek faiz almak için banka kapılarını arşınlarken bir sabah bütün parasının buhar olduğunu gören, bütün bunlara rağmen halen umudunu kaybetmeyip kapıları içten ve dıştan zorlamaya devam eden necip Türk milletinin henüz yeterince dikkatini çekememiş görünüyor.
Bitcoin uygulamasının kısa zaman içinde bu denli yaygınlaşması ilgi çekici bir durum. Esasen bu durumun temelleri uzun bir süre önce internet ağları sayesinde atılmıştı. Burada yapılan bankacılık işlemleri ve fon transferleri sayesinde bin yıllardır hükümranlığını sürdüren kağıt paranın yerini alıp onu ikame edecek sanal araçların ortaya çıkacağı gören gözler tarafından anlaşılmıştı. Her şeyin sanal ortamdan halledilebildiği mevcut durumda, paranın gerçekliğinin de zaman içerisinde ortadan kalkmaması da abes olurdu zaten. Madencilik işleminin dahi sanal ortamda yapıldığı bir para birimi olarak Bitcoin, beraberinde spekülatif faaliyetlere sebep olabileceği endişesiyle de eleştiri okları tarafından sık sık hedef alınmakta.
Burada bu para biriminin küresel kapitalizmin kurtarıcısı olup olmayacağı veya beraberinde ekonimileri ne yönde etkileyeceği türünden sorular da elbette ön plana çıkıyor. Gelişen teknoloji sayesinde mali krizleri daha kolay aşabildiği söylenen küresel ekonomilerde, sanal paraya geçiş döneminin yaratacağı sancıların ortaya çıkarabileceği bir mali kriz mümkün müdür sorusu da akılları kurcalıyor elbette. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde sanal paranın karşı karşıya kalabileceği aşırı taleple beraber değerlenmesi sonucunda reel sektörün de etkilenebileceği ve 1929 Krizinde borsanın yarattığı dalganın bir benzerinin görülmesi ihtimaller arasında diye düşünmekteyim. Malum, piyasaların kırılganlığı sanal veya gerçek, somut veya soyut meta ve para dinlemiyor. Burada önemli olan Bitcoin'in piyasa üzerinde belirleyici güç olma süresi olacak. Şu anda bakıldığında bu süre kısalmış gibi görünüyor (herhangi bir terslik yaşanmazsa) Büyük Buhran devrinde bu süre zamanın ruhunun da etkisiyle (teknolojinin erişkin olmayışı, alım satım işlemlerinin klasik usullerle yapılması vb.) epey uzun sürmüştü. Bu kez ortaya çıkabilecek dalgalanma, Tsunami mi Kasırga mı olur elbette bunu öngörmek şu anda güç. Ama iktisadın her devrinde farklı metalar veya para birimleri üzerinden yaşanan aşırı değerlenme ve bunun neden olduğu krizler ve iktisadi tarihten alınan dersler, ihtimali epeyce kuvvetlendiriyor. Buradan tüm iktisat alemini (Açıköğretim okumuş iktisat mezunları da dahil) göreve çağırıyorum. İşaret fişeğini ben buradan gönderdim, sıra sizde.Vurun Roubini'ler, kriz kahinliği günüdür.
Bitcoin uygulamasının kısa zaman içinde bu denli yaygınlaşması ilgi çekici bir durum. Esasen bu durumun temelleri uzun bir süre önce internet ağları sayesinde atılmıştı. Burada yapılan bankacılık işlemleri ve fon transferleri sayesinde bin yıllardır hükümranlığını sürdüren kağıt paranın yerini alıp onu ikame edecek sanal araçların ortaya çıkacağı gören gözler tarafından anlaşılmıştı. Her şeyin sanal ortamdan halledilebildiği mevcut durumda, paranın gerçekliğinin de zaman içerisinde ortadan kalkmaması da abes olurdu zaten. Madencilik işleminin dahi sanal ortamda yapıldığı bir para birimi olarak Bitcoin, beraberinde spekülatif faaliyetlere sebep olabileceği endişesiyle de eleştiri okları tarafından sık sık hedef alınmakta.
Burada bu para biriminin küresel kapitalizmin kurtarıcısı olup olmayacağı veya beraberinde ekonimileri ne yönde etkileyeceği türünden sorular da elbette ön plana çıkıyor. Gelişen teknoloji sayesinde mali krizleri daha kolay aşabildiği söylenen küresel ekonomilerde, sanal paraya geçiş döneminin yaratacağı sancıların ortaya çıkarabileceği bir mali kriz mümkün müdür sorusu da akılları kurcalıyor elbette. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde sanal paranın karşı karşıya kalabileceği aşırı taleple beraber değerlenmesi sonucunda reel sektörün de etkilenebileceği ve 1929 Krizinde borsanın yarattığı dalganın bir benzerinin görülmesi ihtimaller arasında diye düşünmekteyim. Malum, piyasaların kırılganlığı sanal veya gerçek, somut veya soyut meta ve para dinlemiyor. Burada önemli olan Bitcoin'in piyasa üzerinde belirleyici güç olma süresi olacak. Şu anda bakıldığında bu süre kısalmış gibi görünüyor (herhangi bir terslik yaşanmazsa) Büyük Buhran devrinde bu süre zamanın ruhunun da etkisiyle (teknolojinin erişkin olmayışı, alım satım işlemlerinin klasik usullerle yapılması vb.) epey uzun sürmüştü. Bu kez ortaya çıkabilecek dalgalanma, Tsunami mi Kasırga mı olur elbette bunu öngörmek şu anda güç. Ama iktisadın her devrinde farklı metalar veya para birimleri üzerinden yaşanan aşırı değerlenme ve bunun neden olduğu krizler ve iktisadi tarihten alınan dersler, ihtimali epeyce kuvvetlendiriyor. Buradan tüm iktisat alemini (Açıköğretim okumuş iktisat mezunları da dahil) göreve çağırıyorum. İşaret fişeğini ben buradan gönderdim, sıra sizde.Vurun Roubini'ler, kriz kahinliği günüdür.
14 Ağustos 2017 Pazartesi
Doksanlı Yılların Kitlesel Ansiklopedi Furyası
Çok da uzak olmayan zamanın birinde bilgi açlığının doruklarında gezinen yurdum insanını can evinden vurarak imdadına yetişen, devrin ciltli ve ciltlerinin toplamı Kareem Abdul Jabbar ile kıyasıya rekabet halinde bulunan yegane bilgi kaynağı ansiklopediler memleket havalisinde bilgi kasırgaları estirerek yeni bir furya başlatmıştı. Necip Türk milletinin takdire şayan bir biçimde o dönemki promosyon furyasından nasiplenme çabası başlı başına bir örnek olay olarak medya tarihinde yerini almakla beraber oturma odalarında iz bıraktı.
Geleceğe Dönüş serisinde bir dönemin çocuklarının çokça görüp özendikleri uçan arabaların 2000'li yıllarda var olacağı inancının taşındığı dönemlerde kupon karşılığı alınmasına karşın, milenyumun üzerinden 17 yıl 8 ay geçmesi ve malum uzay araçlarının yerinde esen tornadolara rağmen bu ansiklopedi takımları halen 1970 model raflarda ilk günkü tazeliğini ve bahar esintisini yaymaktadır. (demek isterdim ama bahar esintisi falan hak getire tabi, o esintiler isviçre menşeili bilim adamlarının inatçı lekelerle başrolleri paylaştığı deterjan ve yumuşatıcı reklamlarında görülebiliyor ancak) Benim bu seri içerisinde en sevdiğim Milliyet'in yanılmıyorsam 1993'te verdiği Memo Larousse idi. Genel ansiklopedi formatından farklı olan bu neşriyatın belli konu başlıklarını resimli ve örnekli şekilde anlatması ol vakitler dikkatimi çekmişti. Örneğin bu eser reklamcılık başlığı altında reklamın tarihçesini ve dünyadaki örneklerini gazete ve sokak ilanlarının revaçta olup, bugünkü kitle iletişim araçlarının prematüre adayı dahi olmadığı dönemlerden ele alıp önünüze koyuyordu. Her konunun diğer ansiklopedilerde bulunması imkansız olan bu tür görsellerle zenginleştirilmesi elbette ki 8-9 yaşlarında bir çocuk için ilgi çekiciydi. Yine o dönemlerde Sabah'ın kuşe kağıda baskılı olarak verdiği Grolier Americana serisi de kağıt kalitesi/içerik oranlaması itibariyle devrin en kaliteli ürünüydü. Ama Memo Larousse ile kıyaslandığında daha resmi kalması ve klasik ansiklopedi çerçevesinden sıyrılamamasından mütevellit bencileyin Memo Larouuse hep bir adım öndeydi. Yine devrin kayda değer bir ürünü olan Milliyet'in 1991 senesinde verdiği Büyük Türkiye Ansiklopedisinden de epeyce faydalanmışımdır. Bu neşriyatta da iller plaka sırasına göre ele alınıyor ve o ilin yemekleri, ünlüleri ve futbol takımları hakkında geniş bilgiye sahip olabiliyordunuz. Yani hangi magazin şahsının hangi memleket kütüğüne kayıtlı olduğunu merak eden malumatfuruş şahıslar için güzel bir kaynaktı. Bendeniz tabi o yaşlarda daha çok futbol takımlarına ve futbolculara meraklı olduğumdan bu yayını seviyordum. Yine Sabah'ın ürünü olan Gelişim Hachette'in de devrin iyi ürünlerinden olduğunu belirtmek gerek, koku hafızamda sayfalarının bıraktığı iz ön planda olmak şartıyla tabi ki.
Söz konusu dönemde gazeteler bu furyaya başlamadan önce yat, kat, lüks apartman daireleri vererek promosyon çılgınlığına adım atmışlardı. Sonra astar ile yüz arasında doğan fiyat farkından dolayı mıdır yoksa fazla yüksekten uçtuk, biraz da deniz seviyesinde dolanalım hem bize maliyeti de az olur demelerinden midir bilinmez bu parlak fikir bir parlak zihnin imbiğinden süzülerek hacmen büyüdü ve bir furya halini aldı. Devrin en ünlü sanatçılarının oynadığı bizim ansiklopedimiz sizi tek aparkatta yere serer, hayır bizim ansiklopedimiz sizi Osmanlı usulü silleler temalı olup zaman içinde kim daha uzağa atış yapacak ana fikrine sahip bir şekilde karşılıklı diss atmaya dönüşmüş ve ne anlama geldiğini adını koyanların dahi bilmediği Herkül Mega Kuponlar havada uçuşurken birbirlerine temas etmemek için azami gayret göstermişlerdir. Necip Türk milleri ise çoluğumuz çocuğumuz kütüphane kapılarında sürünmesin, onların da birer takım setleri olsun diye düşünerek kupon biriktirmeye başlamıştır. Ancak muazzam bir öngörüsüzlükle aynı devirlerde (ki 1993 baharına denk gelir) ODTÜ'de başlayan internet ağı çalışmalarının zamanla yaygınlaşıp 2000'li yıllarda internetin her evde yerini almasıyla bu ansiklopediler erken nostalji ürünü olarak raflarda ömür çürütmeye devam ettiler. Kimisi eskiciye veya kağıt toplayıcılara yar oldu, kimisi ise yar olacağı günü beklemekte. Necip Türk Medyası cephesinde ise nerede o eski savaşlar yankıları ara ara duyulmakta, tarafların göz pınarları mazinin hicranıyla sel olup taşmaktadır.
Geleceğe Dönüş serisinde bir dönemin çocuklarının çokça görüp özendikleri uçan arabaların 2000'li yıllarda var olacağı inancının taşındığı dönemlerde kupon karşılığı alınmasına karşın, milenyumun üzerinden 17 yıl 8 ay geçmesi ve malum uzay araçlarının yerinde esen tornadolara rağmen bu ansiklopedi takımları halen 1970 model raflarda ilk günkü tazeliğini ve bahar esintisini yaymaktadır. (demek isterdim ama bahar esintisi falan hak getire tabi, o esintiler isviçre menşeili bilim adamlarının inatçı lekelerle başrolleri paylaştığı deterjan ve yumuşatıcı reklamlarında görülebiliyor ancak) Benim bu seri içerisinde en sevdiğim Milliyet'in yanılmıyorsam 1993'te verdiği Memo Larousse idi. Genel ansiklopedi formatından farklı olan bu neşriyatın belli konu başlıklarını resimli ve örnekli şekilde anlatması ol vakitler dikkatimi çekmişti. Örneğin bu eser reklamcılık başlığı altında reklamın tarihçesini ve dünyadaki örneklerini gazete ve sokak ilanlarının revaçta olup, bugünkü kitle iletişim araçlarının prematüre adayı dahi olmadığı dönemlerden ele alıp önünüze koyuyordu. Her konunun diğer ansiklopedilerde bulunması imkansız olan bu tür görsellerle zenginleştirilmesi elbette ki 8-9 yaşlarında bir çocuk için ilgi çekiciydi. Yine o dönemlerde Sabah'ın kuşe kağıda baskılı olarak verdiği Grolier Americana serisi de kağıt kalitesi/içerik oranlaması itibariyle devrin en kaliteli ürünüydü. Ama Memo Larousse ile kıyaslandığında daha resmi kalması ve klasik ansiklopedi çerçevesinden sıyrılamamasından mütevellit bencileyin Memo Larouuse hep bir adım öndeydi. Yine devrin kayda değer bir ürünü olan Milliyet'in 1991 senesinde verdiği Büyük Türkiye Ansiklopedisinden de epeyce faydalanmışımdır. Bu neşriyatta da iller plaka sırasına göre ele alınıyor ve o ilin yemekleri, ünlüleri ve futbol takımları hakkında geniş bilgiye sahip olabiliyordunuz. Yani hangi magazin şahsının hangi memleket kütüğüne kayıtlı olduğunu merak eden malumatfuruş şahıslar için güzel bir kaynaktı. Bendeniz tabi o yaşlarda daha çok futbol takımlarına ve futbolculara meraklı olduğumdan bu yayını seviyordum. Yine Sabah'ın ürünü olan Gelişim Hachette'in de devrin iyi ürünlerinden olduğunu belirtmek gerek, koku hafızamda sayfalarının bıraktığı iz ön planda olmak şartıyla tabi ki.
Söz konusu dönemde gazeteler bu furyaya başlamadan önce yat, kat, lüks apartman daireleri vererek promosyon çılgınlığına adım atmışlardı. Sonra astar ile yüz arasında doğan fiyat farkından dolayı mıdır yoksa fazla yüksekten uçtuk, biraz da deniz seviyesinde dolanalım hem bize maliyeti de az olur demelerinden midir bilinmez bu parlak fikir bir parlak zihnin imbiğinden süzülerek hacmen büyüdü ve bir furya halini aldı. Devrin en ünlü sanatçılarının oynadığı bizim ansiklopedimiz sizi tek aparkatta yere serer, hayır bizim ansiklopedimiz sizi Osmanlı usulü silleler temalı olup zaman içinde kim daha uzağa atış yapacak ana fikrine sahip bir şekilde karşılıklı diss atmaya dönüşmüş ve ne anlama geldiğini adını koyanların dahi bilmediği Herkül Mega Kuponlar havada uçuşurken birbirlerine temas etmemek için azami gayret göstermişlerdir. Necip Türk milleri ise çoluğumuz çocuğumuz kütüphane kapılarında sürünmesin, onların da birer takım setleri olsun diye düşünerek kupon biriktirmeye başlamıştır. Ancak muazzam bir öngörüsüzlükle aynı devirlerde (ki 1993 baharına denk gelir) ODTÜ'de başlayan internet ağı çalışmalarının zamanla yaygınlaşıp 2000'li yıllarda internetin her evde yerini almasıyla bu ansiklopediler erken nostalji ürünü olarak raflarda ömür çürütmeye devam ettiler. Kimisi eskiciye veya kağıt toplayıcılara yar oldu, kimisi ise yar olacağı günü beklemekte. Necip Türk Medyası cephesinde ise nerede o eski savaşlar yankıları ara ara duyulmakta, tarafların göz pınarları mazinin hicranıyla sel olup taşmaktadır.
13 Ağustos 2017 Pazar
Kırsalda Bir Tren İstasyonu
Görünüşsel anlamda ve tenimi yalayarak geçtiği ölçüde rüzgarlı ve serin olduğunu varsaydığım bir yaz gecesiydi. Meydandaki ana istasyondan gelen ve taze geçmiş olduğu halde etkisi henüz geçmemiş tren çığlıklarının yaraladığı, yeni bir macera beklerken içinde bulunduğu rutine yenilmiş, yenilgilerden ders çıkarması gerektiği söylendiği halde yeniden yenilmeyi adet haline getirdiğinden ders çıkarmaktan fersah fersah kaçan pseudo mazoşist çocuk ve ilk gençlerin diyarıydı burası. Erken yenilmişliklerle malul olan bu kitleden mürekkep kasabada erken yaşlanmak adettendi. Her ne kadar anatomik olarak genç dursalar da ruhlara çökmüş olan yorgunluklarını gizleyemeyerek geleceğe bakmaya çalışan ancak gözlere çöken miyopiden sebep onu da göremeyen, suya yaklaştıkça aslında sudan uzaklaşan ve epeyce sonra her şeyin bir seraptan ibaret olduğunu fark eden bir insan topluluğunun selamıydı bütün bunlar…
Nostalji Sığınağının Derin Mahzenleri
İnsanoğlunun içinde bulunduğu durumdan kaçma alışkanlığı malumunuz. Bu durumda mazi durağına sığınmak birinci yol olarak görünüyor hepimiz tarafından. Homo Sapiens türünün bu alışkanlığı aslında her daim daha güvenli limanlar aramasından kaynaklanıyor bence. Dünyanın en sakin ve güvenli yerinde olsak dahi kendimizi güven içinde hissetmeyerek daha iyisini aramaya devam ediyoruz. Esasen sadece dayak isteme içgüdüsünden kaynaklanan bu durum tamamen bilinçsel bir durum olmadığından, karşı taraf üzerinde ileri dövüş tekniklerini uygulamanın doğru olmadığı fikrindeyim (bu teknikleri daha faydalı alanlarda kullanarak enerjimizi o noktalara kanalize etmek daha yararlı tabi) Halk arasında rahat batması da denen bu vaziyet, tamamen insanlardan ötürü kaynaklanmıyor. Burada beynin farklı fonksiyonları da devreye girerek güvenli ve iyi hissetmeye yarayacak olan nesneyi (bu durumun ağırlıklı olarak çocukluğa ve geçmişe dönmek olduğunu müşahade etmiş bulunmaktayım) uyararak geçici bir mutluluk sağlamakta. Tabi bu mutluluğun, mutluluk hormonları misali etkisi çok kısa sürüyor. Bu etkinin yarattığı bir bağımlılıktan bahsetmenin mümkün olduğu da aşikar tabi.
Velhasıl geriye dönme, yani çocukluğa ve ana rahmine dönme isteği aslında beynin sponsorluğunda gerçekleşen bir konu olduğundan, insanoğlu bu durum karşısında çaresiz. Beynin programlama ve organizasyon yeteneği karşısında kendimizi bu yapılanmanın eline bırakmak en mantıklısı (sıkıysa bırakmamayı bir deneyin) Eğer nostalji obsesyonundan muzdaripseniz, bu durum bütün obsesyonlar gibi beyninizin eseridir. siz yine de kendisiyle fazla zıtlaşmayın, kendisinin sağı solu pek belli olmuyor çünkü.
9 Ağustos 2017 Çarşamba
Bastille'de Bir Robespierre
Ucundan dönmüşüz ama kıyılarını arşınlamışız
Korsika mahzenlerinin
Paris meydanlarında ve Bastille'de yaşanıp
Mesafeleri yok eden
Ve Marie Antoinette'in ruhunu kezzap dökmüşcesine sızlatan
Yeni dalganın son çığlıkları
Farklı bir dünyada kapıları açarak
Hızlıca ilerliyor
Yakın Çağı muştulayıp
Engizisyonun dehlizlerini yara yara.
Paris meydanlarında ve Bastille'de yaşanıp
Mesafeleri yok eden
Ve Marie Antoinette'in ruhunu kezzap dökmüşcesine sızlatan
Yeni dalganın son çığlıkları
Farklı bir dünyada kapıları açarak
Hızlıca ilerliyor
Yakın Çağı muştulayıp
Engizisyonun dehlizlerini yara yara.
6 Ağustos 2017 Pazar
Varsayımsal İktisadın Görünemeyen Elleri
Bir bilim olarak iktisat, diğer bilim dalları gibi belirli varsayımlara sahiptir. Bunların içerisinde henüz İktisadi İdari Bilimler Fakültelerinin girişine henüz yazılmamış olmasını garipsediğim bir tanesi - aslında tam olarak varsayım değilse de içinde varsayım barındıran- de İktisat biliminin tanımıdır ki İİBF tornasından geçip bu cümleyi duymayan kişi sayısı pek azdır. Ol tanımda iktisat biliminin kıt kaynakların etkin kullanımını müjdelediği, biz 18-19 yaşlarında olup akademik eğitim almaya gelip, sıfır noktasına yakın hayat tecrübesine sahip körpe olduğu kadar tıfılların beynine nakşedilirdi - ki şahsi kanaatimce bu tanım yüzyıllarca da kullanımını sürdürecektir-
Kaynakların kıt, ihtiyaçların sonsuz olduğu ve insanoğlundaki ihtiyaç giderme güdüsünün sonlanamayacağı düşünülerek yazılmış, İktisat bilimi açısından amentü olarak nitelendirilebilecek bu söz de elbette Klasik İktisat olarak tanımlanan düşünce akımının ışığında hazırlanmıştır ki İktisat bilimini kuran, katarın lokomotifini Görünmez El (İnvisible Hand)'in kuklacısı Adam Smith'in çektiği The Legend Crew bu ekipten oluşmaktadır. Klasik İktisatta bilindiği gibi piyasanın her daim kendisini denge durumuna getirebileceği, Friksiyonel İşsizliğin haricinde işsizlik yaşanmayacağı (Dipnot:Burada Friksiyonel işsizliğin kapsamına kendi iradesiyle iş aramayı bırakan işgücüne dahil vatandaşlar girmektedir.) ve her şeyin güllük gülistanlık olacağı, bu gül bahçesine girmeden güzergah üzerindeki patikalardan geçileceği ve bu patikalardan geçip ayakta kalacak genç girişimcilerin sayesinde ekonominin ayakta kalıp, müreffeh bir düzenin kurulacağı muştulanıyordu. Piyasada herkese yetecek kadar yer vardı, buna karşın söylendiği gibi herkese yetecek kadar refah yoktu. Refahı sağlayacak olan genç girişimciler doğal seleksiyonla ayakta kalıp, ayakta kalamayanlara da refah taşıyacaklardı. Beri yandan işgücü gırla gidiyordu, çalışmak istemeyene yedek sanayi ordusu sopasıyla girişilip çalışılamayacak hale gelinceye değin dövülüyordu. Bu yedek sanayi ordusu hücceten işten ayrılan işçilerin yerini alıyor ve aldığı ücrete razı oluyordu. Henüz sınıf olarak nitelendirilemeyen amele topluluğu ücretler artsın kelimesinin ilk harfini telaffuz etmeye yeltendiği anda aportta fırsat kollayan yedek sanayi ordusunun müdahalesiyle karşı karşıya kalıyordu. Bu sayede ücretler de yükselmiyor ve Homo Economicus bu sayede müreffeh yarınlara kulaç atmayı başarıyordu. Klasik iktisatta İnsanoğlu o kadar Homo Economicus'tu ki her zaman kendisi için en doğrusunu seçer, Homo Homini Lupus (İnsan İnsanın Kurdudur) varsayımından da hareketle asla yanılmadan, gerekirse diğer temel ekonomik birimler olan diğer Evlad-ı Economicuslarla cephede göğüs göğüse çarpşarak fayda maksimizasyonunu sağlıyordu (Faydasını ençoklaştırıyordu). Sonra insanoğlu bu rüyadan uyandığı vakit ise ne görünmez el kalmıştı ortada, ne de kuklacı. Devir artık sürekli eksik istihdamın içerisinde çukur kazdırarak işveren konumuna gelmiş devletin ve John Maynard Keynes'in devriydi.
Velhasıl insanların kendi çıkarını düşündüğü konusu bu akımın varsayımları içerisinde doğruydu. Ama bütün bireylerin piyasaya tam anlamıyla hakim olduğunu savlamak da ne bileyim kulağa garip geliyordu doğrusu. İktisadı bu temelden ele alarak iktisadın ebeveyni konumuna gelmiş Adam Smith ve düşüncelerinin buna karşın 200 yıldan fazla geçerliliğini koruması da ol devirde emekleme çağını yaşayan Dünya kapitalizminin düşünsel sefaletini de gösteriyor beri yandan. Politikayı meşrulaştırmak adına her türlü saçmalık o devirde de mübahtı, şu anda mübah olması ise daha gülünç. Bu teorileri okumaya heveslenen genç arkadaşlara da tavsiyem, hobi olarak yine okuyun.
Kaynakların kıt, ihtiyaçların sonsuz olduğu ve insanoğlundaki ihtiyaç giderme güdüsünün sonlanamayacağı düşünülerek yazılmış, İktisat bilimi açısından amentü olarak nitelendirilebilecek bu söz de elbette Klasik İktisat olarak tanımlanan düşünce akımının ışığında hazırlanmıştır ki İktisat bilimini kuran, katarın lokomotifini Görünmez El (İnvisible Hand)'in kuklacısı Adam Smith'in çektiği The Legend Crew bu ekipten oluşmaktadır. Klasik İktisatta bilindiği gibi piyasanın her daim kendisini denge durumuna getirebileceği, Friksiyonel İşsizliğin haricinde işsizlik yaşanmayacağı (Dipnot:Burada Friksiyonel işsizliğin kapsamına kendi iradesiyle iş aramayı bırakan işgücüne dahil vatandaşlar girmektedir.) ve her şeyin güllük gülistanlık olacağı, bu gül bahçesine girmeden güzergah üzerindeki patikalardan geçileceği ve bu patikalardan geçip ayakta kalacak genç girişimcilerin sayesinde ekonominin ayakta kalıp, müreffeh bir düzenin kurulacağı muştulanıyordu. Piyasada herkese yetecek kadar yer vardı, buna karşın söylendiği gibi herkese yetecek kadar refah yoktu. Refahı sağlayacak olan genç girişimciler doğal seleksiyonla ayakta kalıp, ayakta kalamayanlara da refah taşıyacaklardı. Beri yandan işgücü gırla gidiyordu, çalışmak istemeyene yedek sanayi ordusu sopasıyla girişilip çalışılamayacak hale gelinceye değin dövülüyordu. Bu yedek sanayi ordusu hücceten işten ayrılan işçilerin yerini alıyor ve aldığı ücrete razı oluyordu. Henüz sınıf olarak nitelendirilemeyen amele topluluğu ücretler artsın kelimesinin ilk harfini telaffuz etmeye yeltendiği anda aportta fırsat kollayan yedek sanayi ordusunun müdahalesiyle karşı karşıya kalıyordu. Bu sayede ücretler de yükselmiyor ve Homo Economicus bu sayede müreffeh yarınlara kulaç atmayı başarıyordu. Klasik iktisatta İnsanoğlu o kadar Homo Economicus'tu ki her zaman kendisi için en doğrusunu seçer, Homo Homini Lupus (İnsan İnsanın Kurdudur) varsayımından da hareketle asla yanılmadan, gerekirse diğer temel ekonomik birimler olan diğer Evlad-ı Economicuslarla cephede göğüs göğüse çarpşarak fayda maksimizasyonunu sağlıyordu (Faydasını ençoklaştırıyordu). Sonra insanoğlu bu rüyadan uyandığı vakit ise ne görünmez el kalmıştı ortada, ne de kuklacı. Devir artık sürekli eksik istihdamın içerisinde çukur kazdırarak işveren konumuna gelmiş devletin ve John Maynard Keynes'in devriydi.
Velhasıl insanların kendi çıkarını düşündüğü konusu bu akımın varsayımları içerisinde doğruydu. Ama bütün bireylerin piyasaya tam anlamıyla hakim olduğunu savlamak da ne bileyim kulağa garip geliyordu doğrusu. İktisadı bu temelden ele alarak iktisadın ebeveyni konumuna gelmiş Adam Smith ve düşüncelerinin buna karşın 200 yıldan fazla geçerliliğini koruması da ol devirde emekleme çağını yaşayan Dünya kapitalizminin düşünsel sefaletini de gösteriyor beri yandan. Politikayı meşrulaştırmak adına her türlü saçmalık o devirde de mübahtı, şu anda mübah olması ise daha gülünç. Bu teorileri okumaya heveslenen genç arkadaşlara da tavsiyem, hobi olarak yine okuyun.
5 Ağustos 2017 Cumartesi
Bunaltıcı Bir Yaz Gününde Karasal İklim Pussallığı
Sıcak bir yaz gününün kıyı kesimlerde yarattığı nemliliğin iç kesimlerde görülmemesi nedeniyle nispeten rahat olmakla beraber kendine özgü bunaltıcılığıyla maruf bir yaz mevsimi geçmekteydi. Mevsimsel kısır döngülerin ala şafağında, gidebilecek son durağın da ortadan kalkmış olmasının verdiği hüzünle yol üzerinde zaman zaman kendinden geçiyordu. Toprağın çoraklığıyla kıyasıya yarışmaya çalışan ve onu beyaz bir tül perde naifliğiyle olabildiğince örtmeye çalışan fakat topraktaki susuzluğun alabildiğine yararak toprakların, oluşan kuraklık imgesiyle at başı gitmesi nedeniyle bunu başaramayan verimliliği kilometreler ilerledikçe dikkatini celbetmekteydi. Yolların yılankavi gidişatının ulaşmasını bekliyordu ve fakat sıkıcılıktan öteye gitmeyen, uzun yolların yarattığı ve mevsimsellikten münezzeh olan, yol boyunca kendiliğinden beliriveren sis ve pus ortalığı kaplayarak yolculuğu daha da sıkıntılı hale sokuyordu.
Boylu boyunca uzanan yolların hayat çizgisiyle peşi sıra ilerleyerek söküp götürdüğü ilk ve orta mektep anılarından çok uzakta kendini hissederek ve dahi ilerleyen zamanın saniyelerine dokunmak isterken kendisine çarpmaları sonucunda abandone olarak irkilerek yola döndü. Artık gerçek olduğu kadar içinde sanallık da taşıyan Uzakdoğu menşeili Yin ve Yang'a selam taşıyarak ağır aksak devam ettiği var oluş yolculuğu. Önünde olan durakların hangi zaman dilimi içerisinde, hangi hırsları, hangi hataları ve arayışları kapsayacağı da belli olmazdı. Bu belirsizliği hesaba katarak önüne baktı, önünde uçsuz bucaksız görünen ovalar ve kenarında kebapçıdaki garnitür niyetine bulunan az buçuk yeşilliğe baktı. Her şeye rağmen yola devam etme kararı aldı. Belli bir noktada kararların da içinden çıkılmaz hale geliniyordu fakat kararlar doğru ya da yanlış, kaçınılmazdı. Doğruluğu elde edebilmek bir nevi kumardı. Bittabi kazanan ve kaybeden yolun sonunda belli olacaktı.
Boylu boyunca uzanan yolların hayat çizgisiyle peşi sıra ilerleyerek söküp götürdüğü ilk ve orta mektep anılarından çok uzakta kendini hissederek ve dahi ilerleyen zamanın saniyelerine dokunmak isterken kendisine çarpmaları sonucunda abandone olarak irkilerek yola döndü. Artık gerçek olduğu kadar içinde sanallık da taşıyan Uzakdoğu menşeili Yin ve Yang'a selam taşıyarak ağır aksak devam ettiği var oluş yolculuğu. Önünde olan durakların hangi zaman dilimi içerisinde, hangi hırsları, hangi hataları ve arayışları kapsayacağı da belli olmazdı. Bu belirsizliği hesaba katarak önüne baktı, önünde uçsuz bucaksız görünen ovalar ve kenarında kebapçıdaki garnitür niyetine bulunan az buçuk yeşilliğe baktı. Her şeye rağmen yola devam etme kararı aldı. Belli bir noktada kararların da içinden çıkılmaz hale geliniyordu fakat kararlar doğru ya da yanlış, kaçınılmazdı. Doğruluğu elde edebilmek bir nevi kumardı. Bittabi kazanan ve kaybeden yolun sonunda belli olacaktı.
30 Temmuz 2017 Pazar
Uzay Zamandan Sevgilerle
İnsanoğlunun zaman ve mekan kavramlarıyla bitmeyen sıkıntısı uzun yıllardır devam ediyor. Zaman kavramının insan hayatında dönemsel olarak yakaladığı bir göreceliliğin varlığı da yıllardır söylenip duran bir gerçektir. Kimileri 30 yaş sonrası zamanın daha hızlı aktığı savında bulunurken kimileri de yukarı çekebiliyor. Ancak burada örneklem uzay itibariyle Türkiye sınırları içinde yaş aralığının 30-39 arası değiştiğini gözlemlemek mümkün diye düşünüyorum (Bu yorum elbette ki bilimsel bir tespite dayanmıyor, tamamen kendi sezgilerim aracılığıyla uydurdum bu gerçekliği)
Belli bir yaştan sonra zamanın akışı uzay zaman teorisi açısından ne şekilde ele alınabilir veya bu durumun uzay zaman teorisi bağlamında bir karşılığı var mıdır gibi sorular da bilim insanları açısından gündeme alınması gereken konulardır kanımca. Uzay zamanın kendi iç evrenimizde ve kendi gerçekliğimiz içinde zamanı eğip bükebilmesi ne kadar mümkündür sorusu halen önümüzde durmakta. Yukarıda bahsettiğim yaş sınırı olayı da aslında bununla ilintili bir konu diye düşünüyorum. Zamanın göreliliğini insanın kişisel yaşantısındaki milyonlarca bağımsız değişkenin oluşturduğu bir bağımlı değişken olarak ele alırsak, bu durumun yaş sınırını değiştirdiği sonucuna varabilmek o kadar da zor olmayacaktır. Her ne kadar bu konu üzerinde araştırma yapmak Türkiye şartlarında ütopyanın da ötesinde görünse de şahsi uzay zaman eğrileri üzerinde dünya çapında çalışmalar yapılabilir. Sınırlı sayıda belirlenecek olan bir örneklem grubuyla uzun vadeli olarak (takribi 20-30 yıl) sürdürülebilecek bu çalışmayla Fizik, Psikoloji, Sosyoloji gibi farklı disiplinler açısından sonuç alabilme ihtimali mümkündür. Şahsi anlamda bir Uzay-Zaman eğrisi var mıdır? Farklı eğriler birbirleriyle etkileşim haline geçebilir mi (bu soru da şu anda epeyce fantastik görünüyor elbette) ve bu eğriler kişiliği ve sosyal çevreyi nasıl etkiliyor gibi sorular da ele alınabilir. Yukarıda bahsettiğim gibi bu sorular, alınacak cevaplar ve hatta bu konuyla uğraşmak şu anda epeyce fantastik, ama bilim ve bilim felsefesinin cevap almaya çalıştığı sorular fantastik olmalı ki alınacak cevaplar gerçeğe yakınlaşsın. Teorim şudur ki; bir bilimsel çalışma başlangıçta ne kadar ütopikse, insanoğlunun yaşantısında yaratacağı kalıcılık o kadar fazladır.
26 Haziran 2017 Pazartesi
Patikalar ve Uzaktaki Rezidanslar
Soğuk ve yağmurlu bir hava kütlesinin yakın zamanda ardında bırakarak terk ettiği ıssız olduğu kadar ulaşılmaz bir diyarın doruklarında ıssızdan uzaklaşmayı istercesine fakat bir tarafı da tam tersine bundan kaçınan bir halde yalnızlığı ile başbaşa kalarak kendini dinleme isteğini dizginlemeye çalışıyordu ana kahraman. Yazılacak olan bu hikayenin başı veya sonunun, içinde bulundurduğu kahramanların ve onların yaşantılarının ve dahi olay örgüsünün geçmiş veya geleceğe dair olarak zaman mefhumu çerçevesinde önemi bulunmamaktaydı. Anı yaşarken karakterlerin yaşayışlarının flulaşması bu hikayenin bütünlüğünü sağlayacaktı. Bu hikaye bütünlüğü sağlanırken de karakter hikayeleri birbirinin içine geçerek tek bir hikaye oluşturmalı ve geçmiş ve gelecek arasında kurulan kıldan ince kılıçtan keskin köprüye çıkışı sağlayacak merdiven basamaklarını oluşturmalıydı diye düşündü. Bir an için bu basamakları oluşturan olumlu hasletlerin kendisinde bulunup bulunmadığına dair çıkarımlar yapma isteği içinden geçti ancak bu tarz düşünceye dayalı eylemlerin uzun süreceğini düşünerek vazgeçti. Zaten oldum olası hayat felsefesine dair konularda fazla düşünmeyi seven bir yapıya sahip değildi. Fakat kafasını kurcalayan sorunların yarattığı vehimlerden dolayı bu durumu sorgulamaktan vazgeçemeyişi kendisi açısından paradoksal sıkıntılar yaratıyordu.
Tepeden aşağı doğru inen patikadan güç bela inmeye çalışıyordu. Bütün bu zorlukların varoluşsal sıkıntılarına ek olarak mı varolduğunu veya onlardan farklı bir niteliğe sahip olup olmadığını da düşünerek bir an duraksadı ve kafasını kaldırarak gökyüzüne baktı. Gökyüzünde mavinin tonlarını görebilmeyi umut etti bir anlığına. Tonlardaki maviliğe yakınlaşabilmek için doruklara yaklaşmak mı uzaklaşmak mı gerekiyordu veya düz ovaya inmenin görüş açısında farklılık yarataır mıydı bunu da düşündü bir anlığına nefret etmesine karşın. Renkler ve tonlar arasındaki geçişlerin gündelik hayatta da karşılıkları olduğunu aklından geçirdi. Sonra renkleri bir an için sildi aklından ve yoluna devam etmeye karar verdi. Devam eden yolda belirgin bir rotası olmamalıydı. Spontane gelişen yolculuklardan hazzeden bir insandı hayatı boyunca. Rutinden nefret etmesine karşın bunun yarattığı rutin onun için rutin sayılmazdı çünkü farklılık yaratan durumlar onun muhayyilesinde rutin kelimesi kapsamına girmezdi. Rutin dediğin belirli bir çerçevede gelişip sonucu da belli olan olaylar için kullanılmalıydı. Rutinden kaçmak için her fırsatı değerlendirdiği hayatı boyunca dönüp dolaşıp aynı noktaya gelinen bir sarmalın bağrında kendini bulmaktan da hazzetmiyordu fakat dönüşler kendisini ister istemez aynı noktaya getiriyordu.
Bunların arkasından sahip olduklarına ve olamadıklarına dönüp baktı. Baktığı noktadan yukarısında plazalar ve rezidanslar gözüne çarptı. Bir köşeye oturarak uzun uzun yükselen binalara baktı ve bozulan şehir mimarisinin yapısını geçici olarak değerlendirerek yola koyuldu. Mesafe kısa görünse de aslında uzundu. Etrafında canlı yaşantısına dair herhangi bir emare göörünmüyordu. Bu belirtilerden kaçmaya çalışarak geldiği bu noktada eskiye duyduğu özlemin kendisini şehre indirmesine söverek yoluna devam etti.
Tepeden aşağı doğru inen patikadan güç bela inmeye çalışıyordu. Bütün bu zorlukların varoluşsal sıkıntılarına ek olarak mı varolduğunu veya onlardan farklı bir niteliğe sahip olup olmadığını da düşünerek bir an duraksadı ve kafasını kaldırarak gökyüzüne baktı. Gökyüzünde mavinin tonlarını görebilmeyi umut etti bir anlığına. Tonlardaki maviliğe yakınlaşabilmek için doruklara yaklaşmak mı uzaklaşmak mı gerekiyordu veya düz ovaya inmenin görüş açısında farklılık yarataır mıydı bunu da düşündü bir anlığına nefret etmesine karşın. Renkler ve tonlar arasındaki geçişlerin gündelik hayatta da karşılıkları olduğunu aklından geçirdi. Sonra renkleri bir an için sildi aklından ve yoluna devam etmeye karar verdi. Devam eden yolda belirgin bir rotası olmamalıydı. Spontane gelişen yolculuklardan hazzeden bir insandı hayatı boyunca. Rutinden nefret etmesine karşın bunun yarattığı rutin onun için rutin sayılmazdı çünkü farklılık yaratan durumlar onun muhayyilesinde rutin kelimesi kapsamına girmezdi. Rutin dediğin belirli bir çerçevede gelişip sonucu da belli olan olaylar için kullanılmalıydı. Rutinden kaçmak için her fırsatı değerlendirdiği hayatı boyunca dönüp dolaşıp aynı noktaya gelinen bir sarmalın bağrında kendini bulmaktan da hazzetmiyordu fakat dönüşler kendisini ister istemez aynı noktaya getiriyordu.
Bunların arkasından sahip olduklarına ve olamadıklarına dönüp baktı. Baktığı noktadan yukarısında plazalar ve rezidanslar gözüne çarptı. Bir köşeye oturarak uzun uzun yükselen binalara baktı ve bozulan şehir mimarisinin yapısını geçici olarak değerlendirerek yola koyuldu. Mesafe kısa görünse de aslında uzundu. Etrafında canlı yaşantısına dair herhangi bir emare göörünmüyordu. Bu belirtilerden kaçmaya çalışarak geldiği bu noktada eskiye duyduğu özlemin kendisini şehre indirmesine söverek yoluna devam etti.
17 Haziran 2017 Cumartesi
Sezona Dair Panoramik Bir Beşiktaş Analizi
Lig bitiminin üzerinden geçen yaklaşık üç haftadan sonra validemizin ligi olarak tabir edilen ve Spor Toto Teşkilat Müdürlüğünün baş finansörlüğünü yaptığı Über Ligimizin 2016-17 sezonu adına sağlıklı değerlendirmeler yapma vakti geldi sayılır. Her sezon sonunda mutad biçimde yaşanan çıkmaların ve düşmelerin mukabilinde transfer sezonunun açıldığı ve gündüz maçlarındaki kapalı tribün gölgelerinin koşmayı pek sevmeyen kanat oyuncularının sığınağı olduğu bu günlerde sezonu Beşiktaş açısından kısaca değerlendirmek isterim.
Beşiktaş taraftarları olarak sezon başlangıcında topluca bir Mario Gomez travması yaşadık. Rönesansın beşiği Floransa'dan gelerek bir sezonu güzelleştiren Gomez, eşi Carina'nın ülkedeki terör saldırılarından kaçma isteğini kıramayarak ülkemizi terketti ve damağımızdaki bıraktığı tat saklı kalmak üzere Wolfsburg'a transfer oldu. Bu durum aslında 2015-2016 sezonu Beşiktaş'ına yakıştırılan ve türeten şahsın hangi cansız varlığın sesinden esinlendiği tarafımca henüz anlaşılamayan tiki taka adıyla da anılan futbol mantalitesinin sonu demekti. Genellikle 2009-2014 arası Barcelona'sı için kullanılan bu yansıma sözcük dizgesi, Pierre Van Hoojdonk'un vaktiyle Quality Turkish Media tabiriyle isimlendirdiği ve dönem dönem işlerin iyi gittiği belli kulüplere (bittabi İstanbul kulüpleri oluyor bunlar) bu tip yakıştırmaları yapıp işler kötü gittiğinde yerin dibine batırmaya meyilli Türk Futbol Medyası tarafından pek kullanılır olmuştu. Her neyse burada Beşiktaş teknik kadrosunun forvetin gidişiyle sıfırdan taktik oluşturması burada takdire şayan bir durum. İskelet kadronun ve orta sahanın yıllardır oturmuş olması bunun en önemli nedeni elbette bunun yanısıra kadroya takviye edilen Talisca ve Adriano gibi isimlerin gösterdikleri göz alıcı performanslar da şampiyonluk adına önemli katkı sağladı. Frikik erbabı Jose Ernesto Sosa'nın Milan'a gidişiyle doğan boşluğu ahenkle dans edemese de etmeye meyilli olan saçlarının da etkisiyle dolduran Talisca, sağlam gelip ilerleyen haftalarda yapacağı katkıları Benfica maçında 90+3'te attığı golle daha sezon başında göstermişti. Asıl kapalı kutu kuşkusuz Aboubakar'dı. Kara Afrika'nın sıcak ikliminden kopup gelen bu kim olduğu bilinmeyen adam ilk haftalarda selefi Gomez tarafından forvet çıtası arşa yakın bir konuma denk getirilen Beşiktaş taraftarının kuşkusuz ki beklentilerini karşılayamadı. Ligin ilk yarısında Kayserispor maçı haricinde pek varlık gösteremeyen Aboubakar, asıl performansını Şampiyonlar Liginde göstererek performans yeterlilik kriterlerinde sınıfta kalmıştı. Ne olduysa Ocak ayında gittiği Afrika Kupasında oldu. Artık memleketinde kendisine yapılan Voodoo girişimlerini kayıtsız mı bıraktı yoksa aldığı memleket havası psikolojisi üzerinde olumlu etki mi bıraktı bilinmez ama Kupada takımı Kamerun'u şampiyonluğa ulaştırdıktan sonra bambaşka bir hüviyete büründü desek yeridir. Mevkidaşı Cenk ise sergilediği vasat performansa rağmen adına Alanya halkının gol duasına çıkarak ihya ettiği Vagner Love ikinci yarıdaki insanüstü performansını sergilemese belki de gol kralı olacaktı ki ligimiz açısından bu durum da ayrı bir garabettir.
Geçen dört sezonun kahramanlarından Atiba Hutchinson son haftalara kadar sergilediği performansıyla göz doldururken, Oğuzhan Özyakup kendisinin 20 Milyon Euro ettiğini iddia ettirecek kadar mükemmel performans sergiledi. Fabri, Lyon maçları haricinde vasat üstü ve zaman zaman (özellikle Boyko ve Tolga'ya kıyasla) mükemmel performanslar sergiledi. Yıllardır çekilen kaleci sıkıntısına göz göre göre çare bulamayan yönetim ve geçmiş teknik direktörlerden sonra en nihayetinde bu soruna da çare bulunmuş görünüyor.
Burada uzun teknik taktik analizlerden ziyade son iki yılda Beşiktaş'ın yükselen kazanma trendine dikkat çekmek isterim. Son yıllarda (arka arkaya yaşanan başarısızlıklar ve kaybedilen şampiyonlukların da bunda etkisi var kuşkusuz) futbol romantizminin pençesinden kurtulamayan ve Sevinmek İçin Sevmedik gibi abuk bir sloganla kendini avutmak zorunda kalan Beşiktaş taraftarı son iki yılda yaşanan başarıyla bu havayı nispeten üzerinden attı. Şenol Güneş, kendisi için iki yıl önce ezeli ve ebedi kaybeden iddiasında bulunan rakip takım taraftarlarının aksine uzun yıllardır son haftalarda kaybettiği şampiyonlukların acısını çıkarırcasına takımda başarı geleneğini oluşturdu. Bu konuda yıllardır sıkıntıda olan Beşiktaş'ın buna gerçekten ihtiyacı vardı. Bu romantik futbol zihniyetinin pik noktası olan ve farklı yönlerinden dolayı fetişleştirilen fakat ligin ikinci yarısında Premier Lig'e gideceği kesinleşince takıma son 4 haftada 1 puan toplatabilen gitar virtüözü Bilic'in ardından aranan kan kesinlikle bulunmuştur bu çok açık. Bundan sonrası Avrupa için ne ölçüde yeterli olur bu ise ayrı bir soru işareti. Özellikle transfer komitesinin sicili yapılan hatalar konusunda kabarık ama hocanın bu sorunların üstesinden geleceğini düşünmek istiyorum. Bu konuda gelecek sezona dair tablo Temmuz ortalarından itibaren netleşecektir. Bekleyip görmekte fayda var.
Beşiktaş taraftarları olarak sezon başlangıcında topluca bir Mario Gomez travması yaşadık. Rönesansın beşiği Floransa'dan gelerek bir sezonu güzelleştiren Gomez, eşi Carina'nın ülkedeki terör saldırılarından kaçma isteğini kıramayarak ülkemizi terketti ve damağımızdaki bıraktığı tat saklı kalmak üzere Wolfsburg'a transfer oldu. Bu durum aslında 2015-2016 sezonu Beşiktaş'ına yakıştırılan ve türeten şahsın hangi cansız varlığın sesinden esinlendiği tarafımca henüz anlaşılamayan tiki taka adıyla da anılan futbol mantalitesinin sonu demekti. Genellikle 2009-2014 arası Barcelona'sı için kullanılan bu yansıma sözcük dizgesi, Pierre Van Hoojdonk'un vaktiyle Quality Turkish Media tabiriyle isimlendirdiği ve dönem dönem işlerin iyi gittiği belli kulüplere (bittabi İstanbul kulüpleri oluyor bunlar) bu tip yakıştırmaları yapıp işler kötü gittiğinde yerin dibine batırmaya meyilli Türk Futbol Medyası tarafından pek kullanılır olmuştu. Her neyse burada Beşiktaş teknik kadrosunun forvetin gidişiyle sıfırdan taktik oluşturması burada takdire şayan bir durum. İskelet kadronun ve orta sahanın yıllardır oturmuş olması bunun en önemli nedeni elbette bunun yanısıra kadroya takviye edilen Talisca ve Adriano gibi isimlerin gösterdikleri göz alıcı performanslar da şampiyonluk adına önemli katkı sağladı. Frikik erbabı Jose Ernesto Sosa'nın Milan'a gidişiyle doğan boşluğu ahenkle dans edemese de etmeye meyilli olan saçlarının da etkisiyle dolduran Talisca, sağlam gelip ilerleyen haftalarda yapacağı katkıları Benfica maçında 90+3'te attığı golle daha sezon başında göstermişti. Asıl kapalı kutu kuşkusuz Aboubakar'dı. Kara Afrika'nın sıcak ikliminden kopup gelen bu kim olduğu bilinmeyen adam ilk haftalarda selefi Gomez tarafından forvet çıtası arşa yakın bir konuma denk getirilen Beşiktaş taraftarının kuşkusuz ki beklentilerini karşılayamadı. Ligin ilk yarısında Kayserispor maçı haricinde pek varlık gösteremeyen Aboubakar, asıl performansını Şampiyonlar Liginde göstererek performans yeterlilik kriterlerinde sınıfta kalmıştı. Ne olduysa Ocak ayında gittiği Afrika Kupasında oldu. Artık memleketinde kendisine yapılan Voodoo girişimlerini kayıtsız mı bıraktı yoksa aldığı memleket havası psikolojisi üzerinde olumlu etki mi bıraktı bilinmez ama Kupada takımı Kamerun'u şampiyonluğa ulaştırdıktan sonra bambaşka bir hüviyete büründü desek yeridir. Mevkidaşı Cenk ise sergilediği vasat performansa rağmen adına Alanya halkının gol duasına çıkarak ihya ettiği Vagner Love ikinci yarıdaki insanüstü performansını sergilemese belki de gol kralı olacaktı ki ligimiz açısından bu durum da ayrı bir garabettir.
Geçen dört sezonun kahramanlarından Atiba Hutchinson son haftalara kadar sergilediği performansıyla göz doldururken, Oğuzhan Özyakup kendisinin 20 Milyon Euro ettiğini iddia ettirecek kadar mükemmel performans sergiledi. Fabri, Lyon maçları haricinde vasat üstü ve zaman zaman (özellikle Boyko ve Tolga'ya kıyasla) mükemmel performanslar sergiledi. Yıllardır çekilen kaleci sıkıntısına göz göre göre çare bulamayan yönetim ve geçmiş teknik direktörlerden sonra en nihayetinde bu soruna da çare bulunmuş görünüyor.
Burada uzun teknik taktik analizlerden ziyade son iki yılda Beşiktaş'ın yükselen kazanma trendine dikkat çekmek isterim. Son yıllarda (arka arkaya yaşanan başarısızlıklar ve kaybedilen şampiyonlukların da bunda etkisi var kuşkusuz) futbol romantizminin pençesinden kurtulamayan ve Sevinmek İçin Sevmedik gibi abuk bir sloganla kendini avutmak zorunda kalan Beşiktaş taraftarı son iki yılda yaşanan başarıyla bu havayı nispeten üzerinden attı. Şenol Güneş, kendisi için iki yıl önce ezeli ve ebedi kaybeden iddiasında bulunan rakip takım taraftarlarının aksine uzun yıllardır son haftalarda kaybettiği şampiyonlukların acısını çıkarırcasına takımda başarı geleneğini oluşturdu. Bu konuda yıllardır sıkıntıda olan Beşiktaş'ın buna gerçekten ihtiyacı vardı. Bu romantik futbol zihniyetinin pik noktası olan ve farklı yönlerinden dolayı fetişleştirilen fakat ligin ikinci yarısında Premier Lig'e gideceği kesinleşince takıma son 4 haftada 1 puan toplatabilen gitar virtüözü Bilic'in ardından aranan kan kesinlikle bulunmuştur bu çok açık. Bundan sonrası Avrupa için ne ölçüde yeterli olur bu ise ayrı bir soru işareti. Özellikle transfer komitesinin sicili yapılan hatalar konusunda kabarık ama hocanın bu sorunların üstesinden geleceğini düşünmek istiyorum. Bu konuda gelecek sezona dair tablo Temmuz ortalarından itibaren netleşecektir. Bekleyip görmekte fayda var.
30 Mayıs 2017 Salı
Katastrofik Bir Premier Lig Yalnızlığı
Gölgesi sahaya vuran kapalı tribün tavanlarının ışıltısı
Ve gök gürültüsünün yağmur damlalarıyla kızgın valsinin
Yarattığı duygudurumsal patetik şizofrenik hisler
Ve 1997 ilkbaharında Cantona'nın attığı son çalım
Falkland Adalarına uğrayan Arjantin uçaklarından kalan yakıt kokusu kadar
Oluşturuyor bilinmezliğini ilkbahar başlarındaki ekinoksa dayanarak
Avustralya kıtasından hareket eden bumerangın
Kendi etrafındaki hesaplaması zor dönüş hızına dayanarak
Dönmüyor artık Robson, Ferguson, Cruyff ve de Sven Goran Eriksson
Bilindik bir uğrak olan fakat artık demini kaybetmiş
Liverpool limanındaki son aşkın kırıntısından.
Ve gök gürültüsünün yağmur damlalarıyla kızgın valsinin
Yarattığı duygudurumsal patetik şizofrenik hisler
Ve 1997 ilkbaharında Cantona'nın attığı son çalım
Falkland Adalarına uğrayan Arjantin uçaklarından kalan yakıt kokusu kadar
Oluşturuyor bilinmezliğini ilkbahar başlarındaki ekinoksa dayanarak
Avustralya kıtasından hareket eden bumerangın
Kendi etrafındaki hesaplaması zor dönüş hızına dayanarak
Dönmüyor artık Robson, Ferguson, Cruyff ve de Sven Goran Eriksson
Bilindik bir uğrak olan fakat artık demini kaybetmiş
Liverpool limanındaki son aşkın kırıntısından.
3 Nisan 2017 Pazartesi
İlkbahar Kreşendosunun İsimsiz Yankısı
Mevsim geçişlerinin yoğun yaşanmasının ilkbahardaki tezahürü günlerin uzaması oluyor pek tabi. Bunun dışında bahar yorgunluğu adı verilen olay yazma isteğinin azalması gibi ters etkiler de yaratabiliyor. Kış mevsiminde soğukların ilhamı artırdığına dair bilimsel bir bulgu saptanmamış olmasına karşın soğukların insanı zihnen dinç tuttuğu da tartışmasız bir gerçek. Elbette ki en hakiki mürşit ilim ve fendir ve fakat bilim dünyası bazı konuları açıklamakta da geç kalabiliyor. Bir de insan psikolojisinin girift yapısına özellikle fen bilimlerinin yetişebilmesi güç. Her ne kadar hormonal dengenin beyin üzerinde dopamin, serotonin ve melatonin gibi hormonlar aracılığıyla hegemonya kurduğu kanıtlanmış bir gerçek olsa da beyin kısmi özerkliğini koruma yönünde etkiler de gösterebiliyor zaman zaman. İşte bu noktada insan iradesinin devreye girdiği de gözlemlenebiliyor. Bilhassa bahar depresyonu başta olmak üzere farklı depresyonlarla mücadele edebilmek büyük ölçüde hormonal eksikliklerden kaynaklansa da aziz Romalılar, siz yine de bol bol kuruyemiş tüketerek iradenizi güçlendirin ve depresyona yenilmeyin. Zaten bu bahar depresyonunun akla mugayir olması gerekiyor normal şartlarda. Yani havalar ısınıyor, normal şartlar altında baktığımızda insanın depresyona girmemesi lazım ama işte beyin ferman dinlemiyor tabi.Neticede gezegen üzerindeki ortalama yaşam süremiz 70 yıl. Fazla da kendimizi kastığımıza değmiyor açıkçası. Esen kalın.
4 Mart 2017 Cumartesi
Brunchtan Dönen Beyaz Yakalıya
Haftanın son gününde
Bütün assignment ve complicationlardan uzakta
Kimi vakit toplu halde gidilen
Ve pahalıya patlayan Van kahvaltısında
Ve dahi akşam vaktine sarkan bir Brunchta
Executive Producer olma hayallerini yazarken
Beyaz buğulu camlara
Prezentablite şartlarını maksimize ederken ve dahi
Bir konsorsiyum tarafından inşa edilen taze plazada
Evropa diyarındaki Expatlardan selam alırken
Söverken derinden gelmeyen feedbacklere
Derinden duyumsarken bir Vacation özlemini
Problemları solve etmeye çalışıyorsun
Come on my darling
Dataları push ettikten sonra
Birer latte drink edelim.
3 Mart 2017 Cuma
Desiderius Erasmus İle Delirmeceler
Orta Çağda devrin karanlık dehlizlerinden geçip zehir gibi
sular içen Avrupa kıtasında, takvim yaprakları 28 Ekim 1466’yı gösterirken
dünyaya gelen bir bebeğin aydınlanma tarihinin en ünlü filozoflarından biri
olacağını kuşkusuz rahip olan babası dahil kimse tahmin etmezdi. Skolastik
düşünce temelinde engizisyon mensubu rahiplerin ali kıran baş kesen vaziyetinde
bulunduğu bir ortamda dünyaya gelen Desiderius Erasmus, yaşantısı boyunca devrin hal-i pür melalinin belirlediği sınırlarla iyi ilişkiler kurmadı elbette. Yaşadığı devir itibariyle Yıldız Tilbe’nin ünlü
tespiti olan yanlış zaman yanlış insan cümlesini ilk yarısı olan yanlış zaman
mefhumu itibariyle doğrularken, zamanı kendi devrini takip eden üç yüz yıllık
bir zaman dilimindeki filozofları etkileyerek kendi lehine bükmeyi başarıp
doğru insanın zamanın yanlışlığını giderebileceğini bütün Avrupa ve dahi bütün
insanlığa göstermiş bir fikir adamı olarak insanlık tarihine adını yazdırmıştı.
İşte en bilindik eseri olan “Deliliğe Övgü” de gösterdiği
ikonoklastik (putkırıcı) tavır, aydınlanma dönemecine yaklaşan insanoğlunun
verip verebileceği en üstün eserlerden biri olma özelliğini sonuna kadar hak
ettiğini gösteren en önemli tümceyi şu şekilde belirtmişti Erasmus:
“Başkalarının aklıyla bilge olmaktansa, kendi aklımla deli olmayı tercih
ederim.” Bu cümle esasında günümüzde aşılması Orta Çağdan daha zor olan bir
gerçeği yüzümüze apaçık bir şekilde vuruyor. Kitlesel tüketimin önüne geçilemez
bir şekilde arttığı, dünyanın global bir köy haline geldiği, bilgiye erişimin
kolaylaştığı fakat elde edilen bilginin bu global köyün feodal beyleri olan
tekellerin ve tröstlerin sahipleri tarafından akıl ve fikir dünyası iğdiş
edilmek suretiyle tenekeleştirilen insanoğlunun kullanamadığı bir ortamda
akıllı olarak nitelendirilebilmesi için yukarıdan dayatılan birtakım kriterleri
yerine getirebilmesi hava ve su kadar temel bir ihtiyaç olan düşünme eylemini
gerçekleştirebilmesi için ne kadar gerekli bu en önemi tartışma konusudur. Hiç kuşkusuz serfleşmiş insanın bulunduğu bir ortamda düşünce özgürlüğünden bahsetmek de kadük kalıyor.
Bu prangayı kırıp
akıllıca düşünebilmenin yolu ancak hakkıyla delirebilmekten geçmekte. Orta Çağ gibi delilerin yakıldığı bir dönemde
dahi kendi aklıyla delirebilme eyleminden bahsedebilen Erasmus’un varabildiği
noktadan bugün artık çok gerideyiz. Rönesans döneminin afilli düşünsel ve
sanatsal birikimini geride bırakan Avrupa kıtası bugün bulunduğu nokta
itibariyle çokça geride kaldı. O yüzden bugün “Cogito Ergo Sum” yani
düşünüyorum öyleyse varım diyen René Descartes’ın bulunduğu noktaya geri
dönebilmek için sürüden ayrılmak ve hakkıyla delirebilmek lazım geliyor.
1 Mart 2017 Çarşamba
Yaratıcı Yıkım Ve Yıkılmayan 3310
Geçen hafta telefon piyasasında 90’ların sonu 2000’lerin
başının piyasayı Ericsson ile birlikte domine eden en bilindik firması
Nokia’dan bir haber geldi. Yaşadığı iflas sürecinin ardından piyasaya geri
dönmeye hazırlanan Nokia, en debdebeli devrinin mahsulü olan 3310’u
güncellenmiş haliyle tekrar piyasaya süreceğini açıkladı. Bir devrin en fazla
kullanılan telefon modelinin tekrar piyasaya dönecek olması kuşkusuz nostalji
hastası obsesif melankolikleri epeyce sevindirmiştir. Bunun yanında ilginç
olansa Nokia’nın piyasada kendini yeniden hatırlatmak için en bilindik modeline
yeniden ihtiyaç duyarak adını hatırlatmak istemesiydi. Buradan bakınca
markaların da bireyler misali geçmişe özlem
duyabileceğini çıkarmak mümkün aslında.
Eski güzel günlerin hayaliyle yola çıkarken bir zamanlar fırtınalar
estirdiği modeli piyasaya sürmesi firma obsesyonu olarak da
nitelendirilebilecek bir anksiyetik vakanın pazarlama literatüründe
incelenebilirliğini gösteriyor.
Bundan gayrı olayı farklı bir açıdan da değerlendirmek
istiyorum. Avusturyalı ünlü iktisatçı Joseph Schumpeter’in “Yaratıcı Yıkım”
adını verdiği teorisine göre teknolojik gelişmeler kapitalist sistemi
geliştirip yaygınlaştıracak, bununla beraber yıkılışını da hızlandıracaktır.
Yani sistemin en güçlü olduğu zaman diliminin sona teknolojik gelişmelerle en
fazla yaklaştığı dönem olarak formüle etmiştir Alois Schumpeter. Bu noktadan
baktığımızda zibilyon çeşit teknolojik alet edavatın bulunduğu, teknoloji
marketlerinin etrafımızı sarmaşık misali sardığı, her çeşit elektronik alete ulaşımın kolay
olduğu 2017 senesinde, 2000’li yılların başında piyasaya çıkmış, artık kimi
evlerin vitrininde nostaljik bir meta haline gelen bir telefonu yeniden
piyasaya sürmek yaratıcı yıkım tezinin bahsettiği teknolojik gelişim sürecinin
yetersizliğine mi yoksa sürecin gelişmesi için yapılabilecek inovatif
çalışmaların önünün geçmişe takılıp kalan firma yöneticilerinin obsesif bakış
açısından dolayı mıkesildiğini düşünmek gerek. Yani firma psikolojisi denebilecek bir olgunun varlığı mümkün müdür bu araştırmaya değer bir konu.
Ezcümle, bütün bu gelişimler, bütün bu değişimlere rağmen
eskiye olan (veya olduğu farz edilen) rağbet bit pazarına nur yağdırarak
teknolojik alemde retrosel faaliyetlere yol açabiliyor Nokia örneğinde
görüldüğü gibi. Yaratıcı yıkım teorisinin vaaz ettiği teknolojik gelişmelerin
sürekliliğine rağmen eskiye dönüş devam edebiliyor. Tüketicilerin buna ne ölçüde
rağbet edeceği ayrı bir soru ama Snake 2 oynayarak nostalji yapmak isteyenler
için bu durum bir fırsat elbette. Bakalım bu tür hamlelerin devamı diğer müflis
teknoloji şirketlerinden gelecek mi ? Schumpeter’in
tezi de henüz doğrulanmış değil elbette, belki de yaratıcı yıkımı yaratacak
olan sadece yenilik değil belki de eskiye dönüş olacak. Ve dahi firma
psikolojisinin varlığı veya yokluğu da pazarlama ilminin önünde bir soru
işareti olarak duracak.
27 Şubat 2017 Pazartesi
Futbol, Ulus Devlet, Kaos ve Tito’nun Gölgesi.
Simon Kuper’in meşhur vecizesi ve kitabı olan “Futbol asla
sadece futbol değildir.” Futbol tarihi boyunca pek çok örnekle beraber uygulama
alanı bulmuştur. Futbol oynayan, oynatan ve seyircinin yeri geldiğinde aktif
olarak özne haline gelebildiği ilginç bir spor dalı olduğundan bütün bu unsurların
tesirleri altında farklı mesajların ve farklı toplumsal grupların da
buluşabildiği ve yerine göre çatışabildiği bir gladyatör arenası halini
almakta. Ol sebeptendir ki, rekabetin
kapsamını yeri geldiğinde mezhep savaşı, yeri geldiğinde sınıf mücadelesi ,
yeri geldiğinde ise otonomi talepleri veya etnik gerilimler oluşturabilir ve bu
diyalektiklerin tarafları esasen oyunun perdelediği asıl rekabeti perdenin
arkasında yaşayabilmektedir.
Bu çatışmaların güzel fakat can yakıcı bir örneği de 1990
senesinin 13 Mayıs günü artık varolmayan Yugoslavya’da yaşanmıştı. 1980’de Mareşal Tito’nun ölümünden beri kıldan
ince kılıçtan keskin bir çizgide bulunan Yugoslavya için bitiş düdüğü işte bu
tarihte oynanan Dinamo Zagreb – Kızılyıldız karşılaşmasında çalmıştı. Koyu sırp milliyetçisi olan Kızılyıldız taraftarının üzerine uzun yıllardır
aralarında devam eden etnik gerilimin son raddesine ulaşmasıyla saldıran hırvat
Dinamo Zagreb taraftarları iç savaşın fitilini ateşleyen olayları başlatmıştı. Bu
kavga esnasında Sırp polise uçan tekme atan 90’lı yılların efsanevi Hırvat
futbolcusu Zvanomir Boban da kendi tabiriyle kariyerinin sona ermesini göze
alarak milli kahraman haline gelmişti.
Devir ünlü kapitalizm ideologlarından Francis Fukuyama’nın
“Tarihin Sonu” tezinin belirli çevrelerce hararetle savunduğu 90’lı yıllara
denk düşmekteydi. Kuşkusuz sona erdiği telkin edilen Tarih Babanın dağılıp
parçalanan uhdesinde sadece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
bulunmamaktaydı. Son kertede ulus devlet kavramı da küreselleşen dünya üzerinde
yük haline gelmişti ve sıra er ya da geç onlara da gelecekti. Yugoslavya örneği
ve Bosna’da yaşanan iç savaşın hızlanmasını kuşkusuz bu düzlemde değerlendirmek
sağlıklı olacaktır. Konjönktürel olarak coğrafyanın hali pür melali buydu.
Öte yandan ise yaşanan dipte biriken on yıllık dalganın
nihayetinde çatırdayarak on yıllık bir savaş sürecine dönüşmesinin en büyük
aktörü kimdir sorusu ile karşı karşıya kalıyoruz ki suçlu olarak lider kültüne
dayanan ulus devlet ideolojisinin kurumsallaşamamış olmasını mı gösterebiliriz
veyahut Neo Ottoman hülyalara dalarak Osmanlı bakiyesi olan, Balkan
Savaşlarıyla elden çıkmış olan topraklarımız hasretle bizi beklediğinden
mütevellit birbirlerine düştüler, biz olsaydık böyle olmazdı diyerek olaya
başka bir açıdan mı yaklaşmalıyız. Kuşkusuz olaya sağlıklı yaklaşacaksak
birinci varsayımdan olayı değerlendirmeye başlamak lazım ki bundan epeyce uzun
bir akademik çalışma çıkar, burada kesmek lazım.
Asıl değerlendirmeyi futbol ve fanatizm üzerinden yaparak
noktayı koymak daha sağlıklı olacak. Bu karşılaşmanın Kızılyıldız için
şampiyonluk maçı olması olayların ortaya çıkması bakımından şartları müsait
kılmıştır ki testi kırıldıktan sonra federasyon yetkilileri de maçı
ertelemeleri gerektiğini söylemişlerdir. Burada etnik çatışma şartlarının
birleştiği kör fanatizmi durdurabilmenin herhangi bir yolu bulunmamakta.
Özellikle futbolun depolitizasyonu ile beraber kör fanatizmin artması ve
bilinçsizce, tek amacı maçı izlemekten ziyade olay çıkartmak olan kitlenin de yaratabileceği
olaylar silsilesi, bu durumu zorlaştırmakta. İşte Tito sonrası beslenip
büyütülen Sırp milliyetçiliği ve karşısında konumlanan Hırvat milliyetçiliği
karşı karşıya gelerek iç savaşı ateşle barut misali patlattı. Velhasıl
bilinçsiz kitleyi besleyip büyüttük, kontrol altında tuttuk demeyiniz ey egemen
güçler, kontrolsüz güç her zaman güç değil. Futbol üzerinden lümpenleşen bir kitle yaratarak sağlanabilecek kaos her zaman kontrollü kalmayabilir.
Olayla ilgili linkler:
https://www.youtube.com/watch?v=6UYLkPHIcFQ&t=2s
http://www.radikal.com.tr/spor/trabzonsporlu-oyuncunun-gozunden-savas-baslatan-mac-926785/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)