Lig bitiminin üzerinden geçen yaklaşık üç haftadan sonra validemizin ligi olarak tabir edilen ve Spor Toto Teşkilat Müdürlüğünün baş finansörlüğünü yaptığı Über Ligimizin 2016-17 sezonu adına sağlıklı değerlendirmeler yapma vakti geldi sayılır. Her sezon sonunda mutad biçimde yaşanan çıkmaların ve düşmelerin mukabilinde transfer sezonunun açıldığı ve gündüz maçlarındaki kapalı tribün gölgelerinin koşmayı pek sevmeyen kanat oyuncularının sığınağı olduğu bu günlerde sezonu Beşiktaş açısından kısaca değerlendirmek isterim.
Beşiktaş taraftarları olarak sezon başlangıcında topluca bir Mario Gomez travması yaşadık. Rönesansın beşiği Floransa'dan gelerek bir sezonu güzelleştiren Gomez, eşi Carina'nın ülkedeki terör saldırılarından kaçma isteğini kıramayarak ülkemizi terketti ve damağımızdaki bıraktığı tat saklı kalmak üzere Wolfsburg'a transfer oldu. Bu durum aslında 2015-2016 sezonu Beşiktaş'ına yakıştırılan ve türeten şahsın hangi cansız varlığın sesinden esinlendiği tarafımca henüz anlaşılamayan tiki taka adıyla da anılan futbol mantalitesinin sonu demekti. Genellikle 2009-2014 arası Barcelona'sı için kullanılan bu yansıma sözcük dizgesi, Pierre Van Hoojdonk'un vaktiyle Quality Turkish Media tabiriyle isimlendirdiği ve dönem dönem işlerin iyi gittiği belli kulüplere (bittabi İstanbul kulüpleri oluyor bunlar) bu tip yakıştırmaları yapıp işler kötü gittiğinde yerin dibine batırmaya meyilli Türk Futbol Medyası tarafından pek kullanılır olmuştu. Her neyse burada Beşiktaş teknik kadrosunun forvetin gidişiyle sıfırdan taktik oluşturması burada takdire şayan bir durum. İskelet kadronun ve orta sahanın yıllardır oturmuş olması bunun en önemli nedeni elbette bunun yanısıra kadroya takviye edilen Talisca ve Adriano gibi isimlerin gösterdikleri göz alıcı performanslar da şampiyonluk adına önemli katkı sağladı. Frikik erbabı Jose Ernesto Sosa'nın Milan'a gidişiyle doğan boşluğu ahenkle dans edemese de etmeye meyilli olan saçlarının da etkisiyle dolduran Talisca, sağlam gelip ilerleyen haftalarda yapacağı katkıları Benfica maçında 90+3'te attığı golle daha sezon başında göstermişti. Asıl kapalı kutu kuşkusuz Aboubakar'dı. Kara Afrika'nın sıcak ikliminden kopup gelen bu kim olduğu bilinmeyen adam ilk haftalarda selefi Gomez tarafından forvet çıtası arşa yakın bir konuma denk getirilen Beşiktaş taraftarının kuşkusuz ki beklentilerini karşılayamadı. Ligin ilk yarısında Kayserispor maçı haricinde pek varlık gösteremeyen Aboubakar, asıl performansını Şampiyonlar Liginde göstererek performans yeterlilik kriterlerinde sınıfta kalmıştı. Ne olduysa Ocak ayında gittiği Afrika Kupasında oldu. Artık memleketinde kendisine yapılan Voodoo girişimlerini kayıtsız mı bıraktı yoksa aldığı memleket havası psikolojisi üzerinde olumlu etki mi bıraktı bilinmez ama Kupada takımı Kamerun'u şampiyonluğa ulaştırdıktan sonra bambaşka bir hüviyete büründü desek yeridir. Mevkidaşı Cenk ise sergilediği vasat performansa rağmen adına Alanya halkının gol duasına çıkarak ihya ettiği Vagner Love ikinci yarıdaki insanüstü performansını sergilemese belki de gol kralı olacaktı ki ligimiz açısından bu durum da ayrı bir garabettir.
Geçen dört sezonun kahramanlarından Atiba Hutchinson son haftalara kadar sergilediği performansıyla göz doldururken, Oğuzhan Özyakup kendisinin 20 Milyon Euro ettiğini iddia ettirecek kadar mükemmel performans sergiledi. Fabri, Lyon maçları haricinde vasat üstü ve zaman zaman (özellikle Boyko ve Tolga'ya kıyasla) mükemmel performanslar sergiledi. Yıllardır çekilen kaleci sıkıntısına göz göre göre çare bulamayan yönetim ve geçmiş teknik direktörlerden sonra en nihayetinde bu soruna da çare bulunmuş görünüyor.
Burada uzun teknik taktik analizlerden ziyade son iki yılda Beşiktaş'ın yükselen kazanma trendine dikkat çekmek isterim. Son yıllarda (arka arkaya yaşanan başarısızlıklar ve kaybedilen şampiyonlukların da bunda etkisi var kuşkusuz) futbol romantizminin pençesinden kurtulamayan ve Sevinmek İçin Sevmedik gibi abuk bir sloganla kendini avutmak zorunda kalan Beşiktaş taraftarı son iki yılda yaşanan başarıyla bu havayı nispeten üzerinden attı. Şenol Güneş, kendisi için iki yıl önce ezeli ve ebedi kaybeden iddiasında bulunan rakip takım taraftarlarının aksine uzun yıllardır son haftalarda kaybettiği şampiyonlukların acısını çıkarırcasına takımda başarı geleneğini oluşturdu. Bu konuda yıllardır sıkıntıda olan Beşiktaş'ın buna gerçekten ihtiyacı vardı. Bu romantik futbol zihniyetinin pik noktası olan ve farklı yönlerinden dolayı fetişleştirilen fakat ligin ikinci yarısında Premier Lig'e gideceği kesinleşince takıma son 4 haftada 1 puan toplatabilen gitar virtüözü Bilic'in ardından aranan kan kesinlikle bulunmuştur bu çok açık. Bundan sonrası Avrupa için ne ölçüde yeterli olur bu ise ayrı bir soru işareti. Özellikle transfer komitesinin sicili yapılan hatalar konusunda kabarık ama hocanın bu sorunların üstesinden geleceğini düşünmek istiyorum. Bu konuda gelecek sezona dair tablo Temmuz ortalarından itibaren netleşecektir. Bekleyip görmekte fayda var.
17 Haziran 2017 Cumartesi
30 Mayıs 2017 Salı
Katastrofik Bir Premier Lig Yalnızlığı
Gölgesi sahaya vuran kapalı tribün tavanlarının ışıltısı
Ve gök gürültüsünün yağmur damlalarıyla kızgın valsinin
Yarattığı duygudurumsal patetik şizofrenik hisler
Ve 1997 ilkbaharında Cantona'nın attığı son çalım
Falkland Adalarına uğrayan Arjantin uçaklarından kalan yakıt kokusu kadar
Oluşturuyor bilinmezliğini ilkbahar başlarındaki ekinoksa dayanarak
Avustralya kıtasından hareket eden bumerangın
Kendi etrafındaki hesaplaması zor dönüş hızına dayanarak
Dönmüyor artık Robson, Ferguson, Cruyff ve de Sven Goran Eriksson
Bilindik bir uğrak olan fakat artık demini kaybetmiş
Liverpool limanındaki son aşkın kırıntısından.
Ve gök gürültüsünün yağmur damlalarıyla kızgın valsinin
Yarattığı duygudurumsal patetik şizofrenik hisler
Ve 1997 ilkbaharında Cantona'nın attığı son çalım
Falkland Adalarına uğrayan Arjantin uçaklarından kalan yakıt kokusu kadar
Oluşturuyor bilinmezliğini ilkbahar başlarındaki ekinoksa dayanarak
Avustralya kıtasından hareket eden bumerangın
Kendi etrafındaki hesaplaması zor dönüş hızına dayanarak
Dönmüyor artık Robson, Ferguson, Cruyff ve de Sven Goran Eriksson
Bilindik bir uğrak olan fakat artık demini kaybetmiş
Liverpool limanındaki son aşkın kırıntısından.
3 Nisan 2017 Pazartesi
İlkbahar Kreşendosunun İsimsiz Yankısı
Mevsim geçişlerinin yoğun yaşanmasının ilkbahardaki tezahürü günlerin uzaması oluyor pek tabi. Bunun dışında bahar yorgunluğu adı verilen olay yazma isteğinin azalması gibi ters etkiler de yaratabiliyor. Kış mevsiminde soğukların ilhamı artırdığına dair bilimsel bir bulgu saptanmamış olmasına karşın soğukların insanı zihnen dinç tuttuğu da tartışmasız bir gerçek. Elbette ki en hakiki mürşit ilim ve fendir ve fakat bilim dünyası bazı konuları açıklamakta da geç kalabiliyor. Bir de insan psikolojisinin girift yapısına özellikle fen bilimlerinin yetişebilmesi güç. Her ne kadar hormonal dengenin beyin üzerinde dopamin, serotonin ve melatonin gibi hormonlar aracılığıyla hegemonya kurduğu kanıtlanmış bir gerçek olsa da beyin kısmi özerkliğini koruma yönünde etkiler de gösterebiliyor zaman zaman. İşte bu noktada insan iradesinin devreye girdiği de gözlemlenebiliyor. Bilhassa bahar depresyonu başta olmak üzere farklı depresyonlarla mücadele edebilmek büyük ölçüde hormonal eksikliklerden kaynaklansa da aziz Romalılar, siz yine de bol bol kuruyemiş tüketerek iradenizi güçlendirin ve depresyona yenilmeyin. Zaten bu bahar depresyonunun akla mugayir olması gerekiyor normal şartlarda. Yani havalar ısınıyor, normal şartlar altında baktığımızda insanın depresyona girmemesi lazım ama işte beyin ferman dinlemiyor tabi.Neticede gezegen üzerindeki ortalama yaşam süremiz 70 yıl. Fazla da kendimizi kastığımıza değmiyor açıkçası. Esen kalın.
4 Mart 2017 Cumartesi
Brunchtan Dönen Beyaz Yakalıya
Haftanın son gününde
Bütün assignment ve complicationlardan uzakta
Kimi vakit toplu halde gidilen
Ve pahalıya patlayan Van kahvaltısında
Ve dahi akşam vaktine sarkan bir Brunchta
Executive Producer olma hayallerini yazarken
Beyaz buğulu camlara
Prezentablite şartlarını maksimize ederken ve dahi
Bir konsorsiyum tarafından inşa edilen taze plazada
Evropa diyarındaki Expatlardan selam alırken
Söverken derinden gelmeyen feedbacklere
Derinden duyumsarken bir Vacation özlemini
Problemları solve etmeye çalışıyorsun
Come on my darling
Dataları push ettikten sonra
Birer latte drink edelim.
3 Mart 2017 Cuma
Desiderius Erasmus İle Delirmeceler
Orta Çağda devrin karanlık dehlizlerinden geçip zehir gibi
sular içen Avrupa kıtasında, takvim yaprakları 28 Ekim 1466’yı gösterirken
dünyaya gelen bir bebeğin aydınlanma tarihinin en ünlü filozoflarından biri
olacağını kuşkusuz rahip olan babası dahil kimse tahmin etmezdi. Skolastik
düşünce temelinde engizisyon mensubu rahiplerin ali kıran baş kesen vaziyetinde
bulunduğu bir ortamda dünyaya gelen Desiderius Erasmus, yaşantısı boyunca devrin hal-i pür melalinin belirlediği sınırlarla iyi ilişkiler kurmadı elbette. Yaşadığı devir itibariyle Yıldız Tilbe’nin ünlü
tespiti olan yanlış zaman yanlış insan cümlesini ilk yarısı olan yanlış zaman
mefhumu itibariyle doğrularken, zamanı kendi devrini takip eden üç yüz yıllık
bir zaman dilimindeki filozofları etkileyerek kendi lehine bükmeyi başarıp
doğru insanın zamanın yanlışlığını giderebileceğini bütün Avrupa ve dahi bütün
insanlığa göstermiş bir fikir adamı olarak insanlık tarihine adını yazdırmıştı.
İşte en bilindik eseri olan “Deliliğe Övgü” de gösterdiği
ikonoklastik (putkırıcı) tavır, aydınlanma dönemecine yaklaşan insanoğlunun
verip verebileceği en üstün eserlerden biri olma özelliğini sonuna kadar hak
ettiğini gösteren en önemli tümceyi şu şekilde belirtmişti Erasmus:
“Başkalarının aklıyla bilge olmaktansa, kendi aklımla deli olmayı tercih
ederim.” Bu cümle esasında günümüzde aşılması Orta Çağdan daha zor olan bir
gerçeği yüzümüze apaçık bir şekilde vuruyor. Kitlesel tüketimin önüne geçilemez
bir şekilde arttığı, dünyanın global bir köy haline geldiği, bilgiye erişimin
kolaylaştığı fakat elde edilen bilginin bu global köyün feodal beyleri olan
tekellerin ve tröstlerin sahipleri tarafından akıl ve fikir dünyası iğdiş
edilmek suretiyle tenekeleştirilen insanoğlunun kullanamadığı bir ortamda
akıllı olarak nitelendirilebilmesi için yukarıdan dayatılan birtakım kriterleri
yerine getirebilmesi hava ve su kadar temel bir ihtiyaç olan düşünme eylemini
gerçekleştirebilmesi için ne kadar gerekli bu en önemi tartışma konusudur. Hiç kuşkusuz serfleşmiş insanın bulunduğu bir ortamda düşünce özgürlüğünden bahsetmek de kadük kalıyor.
Bu prangayı kırıp
akıllıca düşünebilmenin yolu ancak hakkıyla delirebilmekten geçmekte. Orta Çağ gibi delilerin yakıldığı bir dönemde
dahi kendi aklıyla delirebilme eyleminden bahsedebilen Erasmus’un varabildiği
noktadan bugün artık çok gerideyiz. Rönesans döneminin afilli düşünsel ve
sanatsal birikimini geride bırakan Avrupa kıtası bugün bulunduğu nokta
itibariyle çokça geride kaldı. O yüzden bugün “Cogito Ergo Sum” yani
düşünüyorum öyleyse varım diyen René Descartes’ın bulunduğu noktaya geri
dönebilmek için sürüden ayrılmak ve hakkıyla delirebilmek lazım geliyor.
1 Mart 2017 Çarşamba
Yaratıcı Yıkım Ve Yıkılmayan 3310
Geçen hafta telefon piyasasında 90’ların sonu 2000’lerin
başının piyasayı Ericsson ile birlikte domine eden en bilindik firması
Nokia’dan bir haber geldi. Yaşadığı iflas sürecinin ardından piyasaya geri
dönmeye hazırlanan Nokia, en debdebeli devrinin mahsulü olan 3310’u
güncellenmiş haliyle tekrar piyasaya süreceğini açıkladı. Bir devrin en fazla
kullanılan telefon modelinin tekrar piyasaya dönecek olması kuşkusuz nostalji
hastası obsesif melankolikleri epeyce sevindirmiştir. Bunun yanında ilginç
olansa Nokia’nın piyasada kendini yeniden hatırlatmak için en bilindik modeline
yeniden ihtiyaç duyarak adını hatırlatmak istemesiydi. Buradan bakınca
markaların da bireyler misali geçmişe özlem
duyabileceğini çıkarmak mümkün aslında.
Eski güzel günlerin hayaliyle yola çıkarken bir zamanlar fırtınalar
estirdiği modeli piyasaya sürmesi firma obsesyonu olarak da
nitelendirilebilecek bir anksiyetik vakanın pazarlama literatüründe
incelenebilirliğini gösteriyor.
Bundan gayrı olayı farklı bir açıdan da değerlendirmek
istiyorum. Avusturyalı ünlü iktisatçı Joseph Schumpeter’in “Yaratıcı Yıkım”
adını verdiği teorisine göre teknolojik gelişmeler kapitalist sistemi
geliştirip yaygınlaştıracak, bununla beraber yıkılışını da hızlandıracaktır.
Yani sistemin en güçlü olduğu zaman diliminin sona teknolojik gelişmelerle en
fazla yaklaştığı dönem olarak formüle etmiştir Alois Schumpeter. Bu noktadan
baktığımızda zibilyon çeşit teknolojik alet edavatın bulunduğu, teknoloji
marketlerinin etrafımızı sarmaşık misali sardığı, her çeşit elektronik alete ulaşımın kolay
olduğu 2017 senesinde, 2000’li yılların başında piyasaya çıkmış, artık kimi
evlerin vitrininde nostaljik bir meta haline gelen bir telefonu yeniden
piyasaya sürmek yaratıcı yıkım tezinin bahsettiği teknolojik gelişim sürecinin
yetersizliğine mi yoksa sürecin gelişmesi için yapılabilecek inovatif
çalışmaların önünün geçmişe takılıp kalan firma yöneticilerinin obsesif bakış
açısından dolayı mıkesildiğini düşünmek gerek. Yani firma psikolojisi denebilecek bir olgunun varlığı mümkün müdür bu araştırmaya değer bir konu.
Ezcümle, bütün bu gelişimler, bütün bu değişimlere rağmen
eskiye olan (veya olduğu farz edilen) rağbet bit pazarına nur yağdırarak
teknolojik alemde retrosel faaliyetlere yol açabiliyor Nokia örneğinde
görüldüğü gibi. Yaratıcı yıkım teorisinin vaaz ettiği teknolojik gelişmelerin
sürekliliğine rağmen eskiye dönüş devam edebiliyor. Tüketicilerin buna ne ölçüde
rağbet edeceği ayrı bir soru ama Snake 2 oynayarak nostalji yapmak isteyenler
için bu durum bir fırsat elbette. Bakalım bu tür hamlelerin devamı diğer müflis
teknoloji şirketlerinden gelecek mi ? Schumpeter’in
tezi de henüz doğrulanmış değil elbette, belki de yaratıcı yıkımı yaratacak
olan sadece yenilik değil belki de eskiye dönüş olacak. Ve dahi firma
psikolojisinin varlığı veya yokluğu da pazarlama ilminin önünde bir soru
işareti olarak duracak.
27 Şubat 2017 Pazartesi
Futbol, Ulus Devlet, Kaos ve Tito’nun Gölgesi.
Simon Kuper’in meşhur vecizesi ve kitabı olan “Futbol asla
sadece futbol değildir.” Futbol tarihi boyunca pek çok örnekle beraber uygulama
alanı bulmuştur. Futbol oynayan, oynatan ve seyircinin yeri geldiğinde aktif
olarak özne haline gelebildiği ilginç bir spor dalı olduğundan bütün bu unsurların
tesirleri altında farklı mesajların ve farklı toplumsal grupların da
buluşabildiği ve yerine göre çatışabildiği bir gladyatör arenası halini
almakta. Ol sebeptendir ki, rekabetin
kapsamını yeri geldiğinde mezhep savaşı, yeri geldiğinde sınıf mücadelesi ,
yeri geldiğinde ise otonomi talepleri veya etnik gerilimler oluşturabilir ve bu
diyalektiklerin tarafları esasen oyunun perdelediği asıl rekabeti perdenin
arkasında yaşayabilmektedir.
Bu çatışmaların güzel fakat can yakıcı bir örneği de 1990
senesinin 13 Mayıs günü artık varolmayan Yugoslavya’da yaşanmıştı. 1980’de Mareşal Tito’nun ölümünden beri kıldan
ince kılıçtan keskin bir çizgide bulunan Yugoslavya için bitiş düdüğü işte bu
tarihte oynanan Dinamo Zagreb – Kızılyıldız karşılaşmasında çalmıştı. Koyu sırp milliyetçisi olan Kızılyıldız taraftarının üzerine uzun yıllardır
aralarında devam eden etnik gerilimin son raddesine ulaşmasıyla saldıran hırvat
Dinamo Zagreb taraftarları iç savaşın fitilini ateşleyen olayları başlatmıştı. Bu
kavga esnasında Sırp polise uçan tekme atan 90’lı yılların efsanevi Hırvat
futbolcusu Zvanomir Boban da kendi tabiriyle kariyerinin sona ermesini göze
alarak milli kahraman haline gelmişti.
Devir ünlü kapitalizm ideologlarından Francis Fukuyama’nın
“Tarihin Sonu” tezinin belirli çevrelerce hararetle savunduğu 90’lı yıllara
denk düşmekteydi. Kuşkusuz sona erdiği telkin edilen Tarih Babanın dağılıp
parçalanan uhdesinde sadece Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
bulunmamaktaydı. Son kertede ulus devlet kavramı da küreselleşen dünya üzerinde
yük haline gelmişti ve sıra er ya da geç onlara da gelecekti. Yugoslavya örneği
ve Bosna’da yaşanan iç savaşın hızlanmasını kuşkusuz bu düzlemde değerlendirmek
sağlıklı olacaktır. Konjönktürel olarak coğrafyanın hali pür melali buydu.
Öte yandan ise yaşanan dipte biriken on yıllık dalganın
nihayetinde çatırdayarak on yıllık bir savaş sürecine dönüşmesinin en büyük
aktörü kimdir sorusu ile karşı karşıya kalıyoruz ki suçlu olarak lider kültüne
dayanan ulus devlet ideolojisinin kurumsallaşamamış olmasını mı gösterebiliriz
veyahut Neo Ottoman hülyalara dalarak Osmanlı bakiyesi olan, Balkan
Savaşlarıyla elden çıkmış olan topraklarımız hasretle bizi beklediğinden
mütevellit birbirlerine düştüler, biz olsaydık böyle olmazdı diyerek olaya
başka bir açıdan mı yaklaşmalıyız. Kuşkusuz olaya sağlıklı yaklaşacaksak
birinci varsayımdan olayı değerlendirmeye başlamak lazım ki bundan epeyce uzun
bir akademik çalışma çıkar, burada kesmek lazım.
Asıl değerlendirmeyi futbol ve fanatizm üzerinden yaparak
noktayı koymak daha sağlıklı olacak. Bu karşılaşmanın Kızılyıldız için
şampiyonluk maçı olması olayların ortaya çıkması bakımından şartları müsait
kılmıştır ki testi kırıldıktan sonra federasyon yetkilileri de maçı
ertelemeleri gerektiğini söylemişlerdir. Burada etnik çatışma şartlarının
birleştiği kör fanatizmi durdurabilmenin herhangi bir yolu bulunmamakta.
Özellikle futbolun depolitizasyonu ile beraber kör fanatizmin artması ve
bilinçsizce, tek amacı maçı izlemekten ziyade olay çıkartmak olan kitlenin de yaratabileceği
olaylar silsilesi, bu durumu zorlaştırmakta. İşte Tito sonrası beslenip
büyütülen Sırp milliyetçiliği ve karşısında konumlanan Hırvat milliyetçiliği
karşı karşıya gelerek iç savaşı ateşle barut misali patlattı. Velhasıl
bilinçsiz kitleyi besleyip büyüttük, kontrol altında tuttuk demeyiniz ey egemen
güçler, kontrolsüz güç her zaman güç değil. Futbol üzerinden lümpenleşen bir kitle yaratarak sağlanabilecek kaos her zaman kontrollü kalmayabilir.
Olayla ilgili linkler:
https://www.youtube.com/watch?v=6UYLkPHIcFQ&t=2s
http://www.radikal.com.tr/spor/trabzonsporlu-oyuncunun-gozunden-savas-baslatan-mac-926785/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)